6 Ocak 2013 Pazar

Kaptan'ın Sihir Defteri'ne Bir Çentik



Yeni bir “kışlık saray”ın merdivenlerine tırmanıyorum. Kerpiç duvarlar arasında büyümüş, ne üşümeyi ne de özlemeyi bilmeyen çocukların içinde başımda belli belirsiz bir uğultuyla geziniyorum.  Alışıyorum, alışıyorum, alışıyorum. Alışmak istemiyorum. Sesler, yüzler, kokular, şiveler, o muhteşem bilmezlik… Bana hayret ettirmeyi sürdürsün istiyorum. Sanki koyu kırmızı bir kan gibi içimde akan yalnızlığıma karışarak cesedimi ayakta tutuyorlar. Kime ne söylersem şikayetmiş gibi anlaşılması beni rahatsız ediyor. Şikayet etmiyorum. Sadece kendime yüksek sesle anlattığım şeyleri duyuyor onlar.

Onlar üşümeyi ve özlemeyi gerçekten bilmiyorlar. Dikkatimi çektikçe soruyorum:
-Üşüdün mü?
-Hayır.
-…özledin mi?
-Hayır.

Cevabını bilmediği sorulara ret cevabı veriyor buradaki çocuklar. Nazlanmayı, şımarmayı, onaylamayı veya tercih etmeyi de bilmiyorlar. En çok zorlandıkları durum: seçim yapmak zorunda kalmak. Hangisi? Sorusu kadar onları korkutan bir şey yok. Belki de bunun için hiçbir zaman birinci olmak istemiyorlar. Hiçbir şeyde. İkinci olup daha önce verilen cevabı taklit etmek kolayına gidiyor hepsinin. Sesleri hep kısık, yüzleri hep ürkek. Sırf bu yüzden şarkıları topluca değil tek tek söyletmekte ısrar ediyorum. Sınıfın ortasında, tek başına, kelimeleri yuta çıka bağırmalarını seviyorum.

Gülmenin ve ağlamanın abartılı halini seviyorlar. Bir kere güldürüverin, topluca krize girmeleri işten değil. Biri ağlamaya başlayınca da önlerindeki beyaz yaprağı ıslatmadan susmuyorlar.  Ne fikirleri sorulmuş, ne de herhangi bir temenni ile güne başlamışlar… Yemeğe nasıl çağrılıyorlar, giysilerini kim seçiyor, geleceklerine dair bir hayali benden önce hiç paylaştılar mı bilemiyorum. Bir şeylerin çabucak değiştiğini görmek istiyorum bazen, çok sabırsızlanıyorum. Beş çocuk annesi yaşıtlarımla yüzleştikçe şaşkınlıktan çok kızgınlık hissediyorum. Söylenecek çok şey var ama onlarla beraber gülümsüyorum sadece.
           
Anadolu, çocuklar, yoksunluk ve neşeli masumiyet… Hepsi çoktan klişeler mezarlığına gitmiş kelimeler. Fakat benim içinde olduğum, iliğimi titreten gerçekler bunlar. Maruz kaldığımız bazı gerçekleri (durumları)  aslında çok severiz. Herkes sever böylesi ayrımlarla. Mesela, “Zeynep kızım, derim kendime. Politik ve çelik sinirli olmayacaksan bu yakındığın ortamı sallamamalıydın. Buraya gelince, başka hayatları sadece merak etmekle yaşamak istediysen buralara gelmemeliydin…”

İnsanlar “sessiz ve derinden” bir isyanı teslimiyet sanabiliyor. Neşeyle yaptığın bir işten mide bulandırıcı bir trajedi çıkarabiliyorlar. Ardına bakmadan kaçma arzusu uyandıran fazlasıyla “iyi niyet” görebilirsiniz etrafınıza bakınca.

Benim için en önemli şeylerden biri yazmak. Nefes aldığım bir uğraş diye düşünüyordum. Ama ortam bütünüyle politik dümenler, arkadaş çevresinin (iktidar kaygısından uzak görünse bile) iktidarıyla sürüp gidiyor. Kimse ilişkilerdeki hatalarının bedelini ne duymak ne de yaşamak istemiyor. Kaldı ki kabullenmek… Burası mesele değil ama işte bu ilişkilerin bulaştığı edebiyat yüzünden ortalık leş kokmaya başlıyor. Berbat, laçka, sinsi, dümenci ve menfaatçi bir güruh. İşin kötüsü çevirilen dümenlere karşı savunma mekanizmasının o berbat silahlarla donatılmış olması. Saygıya değer, hayranlık uyandıran, bilgiden başkasına zaaf duymayan, neşe, heyecan ve güven veren insanlardan söz etmek fazlasıyla safdil olmaya dönüştü. Bu düşünceye yenilmediğimi söylemeliyim fakat neden söylemeden geçeyim.
 
Bugün okulda 7. sınıflardan birinde bulunmuş bir “aşk mektubu”nda yazdığı gibi:

“ Canım Sevgilim, senden bir şey rica ediyorum. Teneffüslerde ve beden dersinde koşma. Lütfen koşma. Sen düşünce ben de düşüyorum.”

Ben de kendime söylemekte tatlı bir direnç buluyorum: “ Koş ama düşme Zeynep. Hızlı koş, durmadan koş ama sakın düşme. Sen düşersen herkes düşüyor…”

2008


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder