19 Ekim 2013 Cumartesi

Cİ / Nazmi Cihan Beken

Cemiyet kendi başı
Üstünde bir cihanın*

Nazmi Cihan Beken'in Ci adlı şiir kitabı Dedalus yayınlarından Aralık, 2012'de çıktı. 

Gündelik hayatın dilini kullandığı terimlerle birleştiren, amacı deşifre etmekten daha çok kendi dil düzeyini, yeni bir bilinci oluşturmakmış gibi görünen bir şair Nazmi Cihan Beken. Aracısı çağrışımlar olan bu şiirler doğanın, şiirine egemen olan evrenin zenginliğini taşıyor.  Cihan ve Dünya üzerine beyan edilmiş yer yer katı, somut; yer yer yorum soyutluğunda çifte anlamlar içeriyor. Öncelikle Cihan, Dünya içinde korunaklı ve çok öznel bir yalnızlığı simgeliyor.  Ev, oda, mahrem alan vurguları Ci’nin hareket alanları. Sırf bu yönüyle bile Beken'in Dünya'sını Sami Baydar'ın Dünya'sına denk düşünmekten kendimi alamıyorum. 

“pencere açılmasından kaçındığım için/iç hacmin aydınlatılmasında/mum kullandım”  Ci, S.83
“okulla ev arasında/yapayalnız bici bici akşamları” Masal Kulübelerinden Birindeyim, S.38
"aynı odada/uzun uzun/konuşamayacağız/bir daha" Obalar Caddesinde Kaza, S.24

Ci, Dünya üzerine düşündüğü, gözlediği pek çok şeyi (tuhaf ve toplumsalı belirleyen şeylerden uzak olsalar bile) tıpkı kendinden bahsedermiş gibi doğal ve kolaylıkla bahsederek şiire sokuyor.
“Bireyin bilimini yapamazsınız” der Eagleton (Kuramdan Sonra, s.75), Nazmi Cihan Beken kendi bilimini yapıyor. Zooloji, antropoloji, tarih ve medeniyet, ilkel ve modern, ansiklopedik olanın yanında derin şiir bilgisi ve görgüsü bir arada okuyucuya ulaşıyor. Spot ışıkları tutulmuş gibi, yalın, öznel, kendinden başka bir şeyi açıklamayan unsurlar şiirin kemiğini oluşturuyor çünkü.
Duyuları dolayımsız biçimde Dünya üzerine söylenmiş incelikli sözlerle ifade edilir gibidir. 

"şiirlerle içimde/yanıp bir insan oldu" Kubh Kubh Kubhiyyat, S. 64

Kapağında yaşamsal pratiklerini kabuğunda (Dünya'yı) taşıyan kaplumbağa çizilmiş bir kitap Ci. İllüstrasyon Melih Tuğtağ'a ait. Kırmızı iç kapağı ve cep boyutuyla pratik, kolay okunabilir, güzel bir ilk kitap.

Kitabı okuduktan sonra oluşan ilk izlenimlerim bunlar. Yolu açık olsun. 



*Tam Anlamlarıyla Gün Sürümünü Tam Anlamlı Döndüler, S. 50






10 Ekim 2013 Perşembe

ÖZNENİN TAHTTAN İNİŞİ*


                                                             Sonra bir şey daha vardı anlamadığım:
                                                            Yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
                                                            Ben, yani Yakup
                                                            Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
                                                            Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi                                  
                                                            Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
                                                                              Çağrılmayan Yakup – Edip Cansever

               Foucault’a göre “ Aynının Kahramanı”(1) olan Don Kişot; yel değirmenlerine karşı verdiği savaşta bulduğu işaretler ve her an yenilenen kodların şifresini bulacağını düşünmekle geçirdiği süre içerisinde harcadığı emek ile “benzer” olanın sınırlarından çıktığı için kahraman olmuştur. Halk mizahıyla aşağılanmıştır, belki bazılarınca renkli bir kolaj olmakla sınırlandırılmıştır ama “özdeşliklerin ve farklılıkların” yani modernizme ait şeyler arasındaki bağın çözümünde dilin hükümranlığını alet edinerek farklılığını açıkça gözler önüne sermiştir. Karnavallaşmıştır.
Benzer olanın sınırlarını en çok o sınırları geçen bilebilir. Don Kişot, farklılığını aleladelikten alır. Fakat sıradanlaşmanın sınırlarını deliliğin sınırsızlığıyla yıkıp geçmiştir. Nasıl olsa sıradanlık, bir delinin asla imtina etmeyeceği bir şeydir.
Bir şairin de dünyaya olduğu gibi saygı duyma zorunluluğu yoktur. Hatta dayatılmış, onaylanmış, aynılaşmış olana karşı, dünyayı değiştirmekten uzak bir şekilde ona saygı duyup, boyun eğmesi mümkün değildir. Bu tavrın tersi, dünyanın (şiirin) merkezine kendini koyan şairin Don Kişot’un aksine, benzerlerinin sınırlarını yıkmadan  “aynı”laşması olur. Oysa kahraman oluşun sırrını bilen şair -nasıl bildiğini bilmese de- sıradan oluşun sırrını da bilir.



Sıradan, orta çapta, vasat olmak benzerlerinden ayrıldığında değişiveren bir özelliktir. Benzerleriyle birlikteliğin silikleştirdiği her ne varsa, tek olarak diğerlerinden ayrıştığında son derece dikkate şayan bir nesne haline gelir.
Kendini gösterme biçimini kendi seçen özne artık sıradan değildir. Sabit sınırlar veya kategorilerden uzaklaştıkça sıradanlığın yok ediciliğinden kurtulabileceğini bilir. “Bütün siyasi kötülüklerin temelinde “başka”yı “aynı”ya indirgemenin yattığını düşünür.”(2) .O’nu olduğu gibi algılamamıza engel olacak şekilde tekil, ters istikamette, Araf’ta, değişime açık, merkezsiz, eklektik ve akışkandır...
Zaten dünyayı bütünüyle “olduğu gibi” bilme iddiamız Eagleton’a göre kavrayışımızın her zaman taraflı, partizan bir yorumlama meselesi olduğu kadar, dünyanın kendisinin de belli bir oluşu olmaması nedeniyle boş bir hayalden ibarettir. (3)
İnsan hayatının ufkunu bütünüyle kuşatabilecek bir bütünsellik, rasyonalite, bir üstdil ya da insan hayatının sabit bir merkezi yoktur; hiyerarşik olarak düzenlenmesi ya da “ayrıcalık tanınması” imkânsız ve dolayısıyla kendilerine ait olmayan iş görme biçimlerinin dokunulmaz “başkalığına” saygı göstermeleri gereken bir kültürler ve anlatılar çoğulluğu vardır yalnızca.

“Ben” in sınırlarında dolaşan şair bir yerden sonra tüm hiyerarşik kategorilerden sıyrıldığında ötekini “çözümleme” adına dillendirir. Artık hiyerarşi değil “başka”lığın çözümlemesi vardır. Diğerine ait özne hiyerarşik bir kategori oluşturmaz.

Dünyayı göstermek istediği sorunlardan yana, yaratmak istediği karakterden yana çevirebilen şair, artık yel değirmenlerinin değil dev plazaların içinde gündüz mesaisinde savaşan kahramanların olduğunu göstermeye başladığında “benzer”lerinin sınırlarını zorlayan Aynının Kahramanları’nı yeniden ve yeniden yaratmış olur. Modernizmin hiyerarşik “ikizlik”(4) motifi silinip gider. Dünyanın gidişatını değiştirmeyecek kahramanlar olarak ezilmişler, küçümsenmiş kadınlar, onuru kırılmış erkekler, yoksulluktan beli bükülenler... Sadece bunlar değil; her gün işine nefretle giden sekreter, doktora tezini hazırlamak için kendini eve kapatan genç, çağrı merkezindeki müşteri temsilcisi, akşam yemeğinde ne pişireceğini düşünen ev hanımı, her gün doğum yaptıran ebe, köşe başındaki market sahibinin oğlu... Bütün bu sıradanlığın yaşandığı dünyada yazılan şiirin içinde, geri çekilen şairin yerine geçen birer özne olarak varolduklarında şiirin çokseslilik imkânı boy vermiş olacaktır.   

          Bakhtin’e göre “Ben-öteki ilişkisi, öznenin bir başka özneyle ve öznenin bir başka özne aracılığıyla kendisiyle ilişkisi meselesidir.
Dolayısıyla da bu yaklaşım biçimi, Bakhtin'in daha geniş bir bağlama sahip olan özne kuramının temel ögesidir. Buna göre ben, bir özne olarak kendi değerimi, ancak öteki ile, yani başka öznelerle ilişkilerimle belirleyebilirim. Bu bağlamda özne, Bakhtin'e göre hem Etik hem de Estetik bir varlık olarak anlaşılır ve değerlendirilir. Eyleyen özne, aynı zamanda yaratan bir özne olduğu için de bu böyledir. Eyleyen ve yaratan özne, sorumluluk sahibi olmalıdır; çünkü Bakhtin'ci anlamda sorumluluk, öznenin öznelliğini fark etmesi ve bunun gereklerini üstlenmesidir.

Bahsi geçen sorumluluk duygusu, şairin şiirde geri çekilerek öne sürdüğü her ne olursa;  o kahramana (şeye) ait bir şekilde oluşur. Öne sürdüğü kişi bizzat tecrübenin kendisi olan şiir ile başkası olma deneyimi arasındaki paralellikle birlikte bize kendini gösterecektir. Şair şiirde başkasına ait bir bilinci tümüyle “kişilik olma kapasitesi” bakımından herkesle eşit bir konuma ulaştırabilir. Mesela “ezilenler”in üretilmiş karakterinin yansımasına denk düşecek bir şiirde buluşma zorunluluğu duyduğunda,  onları ötekileştirmeden, nesneden özneye dönüştürdüğünde,  onların değişimin nesnesi değil bizzat öznesi olduğunu gösterdiğinde son derece yüce bir sorumluluğu yerine getirmiş olur. Var olmuş bir “dünya”nın dile gelmesi için şair kendi öznesinin saltanatına son verir. 
Hayatın, ortama bağımlı çok sayıda ve çok çeşitte bulunan şekillerinin birlikte varolduğu üzerinde düşündüğümüzde diğerine ait bir özneyi öne sürmek şair için, belirlediği sınırın yine kendince ihlal edilmesiyle kendi öznesinin apoletlerini sökmesidir.
Kahramanın tahtı artık boştur. Artık herkes sadece 15 dakikalığına değil, bir şiirde boy vermiş kahramanlardır. 


Sıradan Ve Benzersiz:

Klasik destanlardan bu yana çok tanım değiştiren “kahraman” özne, modern şiir çerçevesinde “şair-özne”, günümüze baktığımızda bunca çeşitlilik içinde daralıp genişleyen anlamda çoksesli, çokdilli yani kendi adına konuşma imkânını elinde tutan bir öznedir. Bakhtin’e göre şair kendi söylemini doğrudan kendisi üstlenir. (5) Dolayısıyla şiirde çoksesli bir çabanın şairin kendi sınırları dışına çıkamayacağından mümkün olamayacağını ileri sürer. Bakhtin’in kastı tamamıyla lirik şiir olsa da şair kendisi dışında her şeyi şiirde nesne kılmıştır ona göre.
Bakhtin’in romanda bulunduğunu öne sürdüğü “ülkücü kahramanlar” yazarın söyleminin nesneleri değil, “kendi öz söylemlerinin ayrı birer özerk taşıyıcısı”dırlar.
Bu yüzden “ Bakhtin Dostoyevski’yi gerçek çoksesli romanın yaratıcısı olarak görür. Onun romanının temel ilkesi söyleşimdir. Kişilerden herhangi birini, insan doğasını, toplumsal bir tipi, ruhsal bir özyapıyı simgeleyen belirlemeler ağı içerisinde, “O” zamiriyle belirlenen ayrı bir kişi yaratmak yerine, kişiyi kendisiyle konuşulan bir “Sen”e dönüştürür.
Yazar onu belirlemek yerine, sorgular, kışkırtır, dinler.
Dolayısıyla, bir başkasının bilincinin –bir nesne olarak değil özerk bir özne olarak- olumlanması romanın içeriğini belirleyen  etik-dinsel postüladır (bütünleşmemiş bir bilincin mahvoluşu). Yazarın dünya görüşüne ait bir ilkedir bu ve yazar karakterlerinin dünyasını tam da bu noktadan kavrar. Vyaçeslav İvanov’a göre “Kahramanlar ötekini gönülden olumlayamadıkları, “Sen Varsın” diyemedikleri için mahvolurlar.” (6)

Oysa şiirde başkasının “Ben”ini kendi öznesi yerine koyma tercihi; her türlü tecrit edilmiş kimlikten tedirgin olmayan şairin gözlem gücü, beyin kimyasının yüksekliği, kendi kahraman kimliğinden feragat etmesi gibi unsurlarla açığa çıkacağından şiirde de diyalojik bağlamla karakterler yaratılır. Şiir dehası, yetenek ve benzeri (yukarıda bahsi geçen) birçok unsuru beraber anmamızı gerektirecek bu çaba mesela Akçaburgaz’lı Yekta’yı Turgut Uyar’dan bağımsız olarak düşünmemizi sağladığında başarıya ulaşmış olur. 

Diyalojik, dolayısıyla çokdilli bu şiirlerde kişiliğiyle, yaşantısıyla, sözleriyle kusurlu olanı mükemmel bir “oluş”la açığa çıkarır şair. Böylelikle ancak şair-özne ilişkisinde kurulmuş bağı sürekli ve sonsuz yıkmaya dayalı bir çaba bizi şiirde çoksesliliğin imkânına götürür.

Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
O kadar ölü vardır ki her yanımda benim
- Ölüler içindeyim ölüler içindeyim -
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim.
                Cenaze Kaldırıcısı Adem – Edip Cansever

Cenaze Kaldırıcısı Adem, soğuk bir gerçeklik olan ölümü içselleştirmiş, böylelikle sıradanlığını tüm benzerlerinden ayırarak ilginç kılmış bir ses. Onun yaptığı iş, bir gün başına gelecek olan şeyi başkalarının başına geldiğinde gerekeni yaparak unutmaktır. Ölüleri yıkayıp kefenleyerek para kazanır. Ölülerin üzerinde bulduğu eşyaları her zaman teslim etmez, genç kız cesedi gördüğünde içi gıcıklanır, bazen gördüklerini karısından bile gizleyerek karanlığa gömer.
  
Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz /Kimseler bizimle konuşmaz /Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız /Giderek alıştım içkiye de /Demin de söyledim ya, iyi adamımdır /Benden kötülük gelmez

Yaşadığı topluma karışamayan, yaptığı işin tuhaflığını günlük pratiklerinin tümünde hisseden “ölülere alışmaya mecbur” edilmiş bir adamdır Adem. Edip Cansever Cenaze Kaldırıcısı Adem’in var oluşunu, sıradan ve benzersiz oluşunu onaylamaktan ziyade ona bir ses vererek onu onaylamamızı –ya da varlığına inanmamızı- kendisinin bizzat şiirin öznesi olarak sağlamasına imkan vermiştir. Tıpkı Turgut Uyar’ın yaptığı gibi taraf tutmaz:

- Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni. hangileri haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
                                                                (Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur)

Akçaburgazlı Yekta şiiri, Uyar’ın geri çekilerek bu sıradanlığa kendi varoluş, Yekta oluş imkânını sunduğu bir şiirdir. Onu tüm günahı ve sevabıyla “bir insan” olarak bize kendini anlatma gayreti içinde görürüz. Bu gayreti yadsıyamadan Yekta’yı suçlar veya mazur görebiliriz. Yekta’nın var oluşuna, insancıllığına, aykırı duruşuna ve yıkıcılığına kayıtsız kalamayız.    
Belki tümüyle sınırsızlık ideali yoktur ama sınırlarla mücadele vardır şiirde. Şiir, “duyarlığın en saf, toplum tarafından en az lekelenmiş biçimiyle devreye girebildiği tür” (7) olduğundan sınırları şair tarafından belirlenmiş müthiş enginlikte bir alandır. Şiirin alanına kendisini  “O” zamirini yüklenerek diğer yandan bizimle konuşmasını sağladığı bir “Sen” oluşturması şairin, aynılığa indirgenmemiş her bir özneye yaşam alanı açmasıdır. Yıktığı saltanatın yerine dipsiz bir tasarım, tarafsız bir duruş, metafizik derinliği olmayan ama oldukça yoğun bir gerçeklik veya gerçeksizlik duygusu yani garantisiz hakikatler koyar. Negatif bile olsa her özneye sahici bir kahramanlık sırası gelmiştir.

Şiir daima Nietzsche’nin deyimiyle “büyük öğlen” yani o korkunç ve tam aydınlanma vaktini işaret eder yaşadığı toplumda. Gerçekler onları gören gözlerin sayısı kadar fazladır. Şairler tüm bu gerçeklere tam aydınlanma vaktinde bakabilme şansını yakalayabilirler.  

Yaşadığımız çağda ise Şair’in özne olarak çıktığı tahttan inip “Sen Varsın!” dediği ve bize bu oluşu gösterdiği her kimse veya her şey, var edildiği andan itibaren şairin kendisi kadar ölümsüz olma arzusu taşıdığını bizlere ispat edecektir.
Her biri tıpkı öldürülemediği için ölümsüz olan Unamuno (8) karakteri gibi.

.........................................................................................................................................



1-      Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler , (Temsil),  Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge yay, s.83.
2-      Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı (Giriş), Çev.: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay. , 2004, s. 285.
3-      Terry Eagleton, A.g.e. s. 279
4-       İkizlik Motifi; modern edebiyat dâhilindeki tanımıyla bir yandan yazarın anlatının yaratılması sürecinde aslında yazdıklarına dönüşmekte olduğuna vurgu yaparken, diğer yandan da yazarın kendisini kişisel olarak tanımayan insanlar tarafından ister istemez yazdıklarından ibaret kılındığına işaret eder. İkizlik Motifi tarihsel anlamda; Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar, Hz. İsa’nın taşıdığı haç “+” , Eski Yunan’da tapınak kapılarında kullanılan sağ ve sollu hayvan+bitki figürleri, İkizler burcu gibi örnekleyebileceğimiz semboller şeklinde rotasyonel yönetimi işaret eder. Daha sonrasında ise “çift başlı tek kartal” motifi, merkezi iktidarın ikizlikten tek el’e doğru geçiş aşamasının sembolü olmuştur. 
5-      Kubilay Aktulum, Metinlerarası ilişkiler, Öteki yay. Mayıs- 2000, s.29
6-      Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Eleştiri, s. 54
7-      Terry Eagleton, Edebiyat kuramı, Ayrıntı Yay. 2004, s.74
8-      Miguel de Unamuno (1864-1936), Çağdaş İspanyol düşünce ve edebiyat adamı olan yazarın Sis adlı romanında anlatılır:
Roman kahramanı Augusto Perez’i öldürmeye karar veren yazar ile aralarında geçen diyalogda Perez şöyle der: “ Hayır, hayır, hayır, ölemem ben! Yaşayan, var olan kimse ölür, bense varolmadığıma göre nasıl ölebilirim? Ölümsüzüm ben! Tek ölümsüzlük benim gibi ne doğmuş ne de var olmuş bir yaratığın ölümsüzlüğüdür...”

(Miguel de Unamuno, Sis, Çev.: Behçet Necatigil, Bilgi Yay., 1970, s. 245)

* Hece dergisinde yayımlanmıştır.

Kısa Bir Tuleytula Rüyası*



“ –Nihayet karanlık Bir kuytuda uyku tulumunun içine girmiş sigara içiyorum.  Kulağımın dibinden enseme buz gibi soğuk bir hava dilimi vuruyor. Sigarayı hızlandırıyorum. Camı kapayınca gelen, ve tulumun içine büsbütün girince gelen o ılıklık uykuyu çabuklaştırıyor. O delice içine doğru çabaladığım Endülüsün, hemen bir zar kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin, kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya varıyorum.”
                   San Sebastiyan 1972- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, s. 72, Beyan yay., 1990


Rüyasını anlatan kişi, rüyaya ihanet edermiş. Anlatıcı, rüyanın dünyasından kopamadıysa rüyanın içindeyken ihaneti yaşar. Eğer rüyadan koptuysa rüyaya gölge düşüren kelimelerin yetersizliğinde rüyayı hakkıyla anlatamaz. Her rüyada karanlık bir yön kalır. Ben size Tuleytula rüyamı anlatacağım. Karanlık yönlerinin “günün parlak ışığı altındaki” hallerine öykünerek.

Tuleytula, Toledo’nun Arapça ve orada yaşayan Müslümanlarca kullanılan adı. Bana göre de Bachmann’ın tinsel başkent ifadesinin karşılığı, Tuleytula. Başkentliğini Madrid’e kaptırmış olsa da görüp tanıdıktan sonra bizi hayata bambaşka biri olarak iade eden masalsı şehirlerden biri.  Dışarıdan bakınca bütünüyle koruduğu yapısıyla bir tarih anlayışına sahip olmanızı sağlarken modern ve ölümcül hiçbir tuzağa yem olmamış gibidir. Yalnızca kendisinin temsilini taşır Tuleytula. Elimizden alınan demirden güllerdir. Bir uktedir.
Hakkında bu kadar güzel şeyler düşündüğüm bu şehirde en fazla bir saat kalabildiğim için hâlâ böyle hissediyor olabilirim. Sıcak bir bahar sabahında hızlı trenle (Renfe) Madrid’den Toledo’ya yola çıkmıştık. El Greco, Goya, Caravaggio’nun yanı sıra içinden nehir geçen bir şehir daha görecektim.  Bu, bir şehrin ölümünü geciktiren, değerini arttıran bir şey benim için.  Mağaralardan çıkıveren insanlığın bereketli hayat kaynağı; şehrin iç mekânlarından, gösterişli mimarisine kadar birçok unsuru belirleyen hayati bütünlük. Şehrin yüzüne anbean su çarpar o güzelim nehirler…

Biz de böylece nehirden, Tuleytula yani Toledo’ya girmenin en iyi yolu olarak ifade edilen Tajo nehrinin üzerinden kuzeydoğudaki Alcantara köprüsünden geçerek şehre girdik.  Köprünün girişinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hâkimiyetlerinin izlerini taşıyan simgeler bulunuyordu. El değiştiren hafıza bize kendini her parçasıyla sunuyordu.  En ufak bir işareti kaçırmadan gözlem yapmanın yolu fotoğraftan geçiyor. Bolca fotoğraf çektik. Bu yüzden uzun bir köprü yürüyüşü yapmış olduk.


                                                           Alcantara Köprüsü Girişi

Köprü bitip şehir başlayınca Arnavut kaldırımıyla döşenmiş merdivenli yokuş göründü. Yol kenarları ağaçlarla süslenmiş merdivenli yokuşta çeşitli halklardan turistlerle karşılaştık. O hafta oynanacak futbol maçı için gelmiş Rus gençleri bir köşede dinlenmek için oturmuş, takımlarının tezahüratlarını yapıyorlardı. Arada da Putin hakkında ileri geri konuşmayı ihmal etmediler. Bu gürültülü karşılama şehrin sakinliğine engel olamamıştı. Yokuş bitince daracık kıvrımlı birkaç sokak sonrasında önümüze çıkıveren şehrin büyük kapısında, eşikte bir heykel bekliyordu bizi: Miguel De Cervantes!




Sol eline bir kitap ( Don Quijote) sıkıştırılmış heykel, Cervantes’e teşrifat görevi vermiş gibiydi. Şehrin henüz turist istilası görmemiş saatinde, o tenhalığın ortasında Cervantes’e rastlamak dostane bir tavır oldu bizim için. Etrafta kimseler olmayınca eski bir dost gibi Cervantes’in koluna girerek fotoğraflar çektirdik. Bizi çok görgüsüz bulmamıştır umarım.
Zocodover Meydanına çıkar çıkmaz önce yemek yiyip sonra şehri gezmek ile tersini yapmak arasında bir karar vermemiz gerekti. Çoğunluk yemek yemeyi tercih edince damak tadımıza uygun bir yer seçmemiz rehberimiz ve arkadaşımız Laura’nın McDonald’s tavsiyesiyle başladı. Zaman makinesine binmiş gibi binlerce yıllık tarihin göbeğinde McDonald’s görmek bizi hızla çağımıza geri getirdi ve diğer yandan rahatlıkla et yemek isteyenler için tek alternatif haline geldi. Rüya burada bitiyordu. Rüya her anlamda burada bitti. Çünkü siparişlerin ücretini ödemek ve gönül rahatlığıyla gezimize devam etmek yol arkadaşlarımızdan Feyza için imkânsız hale gelivermişti. Sipariş sırasında ne olduysa olmuş, Feyza’nın pasaportu, cüzdanı, kimliği ve bir cüzdanda bulunabilecek diğer tüm şeyler yok olmuştu!
Siparişler ödendi, Zocodover meydanındaki masalardan birine oturuldu ve Feyza’nın gözyaşları Tuleytula’yı tamamen griye döndürmüştü. Elimizden alınan demir güller yetmezmiş gibiydi.  Kart iptalleri, Türkiye ile haberleşme, şaşkınlık, planlar… Tabii ki buraya kadar gelmişken Tuleytula karakolunu görmeden olmazdı.  O güzelim Arnavut kaldırımlı, kıvrımlı, daracık sokaklardan geçerek karakola vardık. Laura derdimizi şakır şakır anlatmış olsa bile karakoldaki polisler için vaka-ı adiye olduğunu anladığımız durum için şunu yapacaklarını anladık: hiçbir şey!
Apar topar Madrid’e geri dönmemiz gerekiyordu. Pasaportsuz elimiz kolumuz bağlı olduğundan o muhteşem istasyona geri dönecektik. Cervantes’le vedalaştık. Bu defa başı çok kalabalıktı. Bir turist kafilesiyle ilgileniyordu. Biz yanlarında çok görgülü kalmıştık doğrusu. Dönüş yolunda eski rüyama dair bir şey oldu. Merdivenli yokuştan biz inerken yukarı çıkan bir grupla karşılaştık. Başörtülü, gencecik, güzeller güzeli bir kadın önümde durdu. Böyle kardeşçe gülümseme görmemiştim. Nereden geldiğimizi sordu. O da Fas’tan gelmiş. Elimi sıkıca tuttu, ben de onu. Çok kısa bir an sohbet ettik.  Kendi gruplarımıza yetişmek için birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık. Yokuşun köşesini dönene kadar birbirimize el salladık. Bu çok güzel geldi.


Umutsuzluk içindeyken Laura’nın telefonuna güzel bir haber geldi. Pasaport bulunmuştu. Bir otobüs şoförü pek de rastlanmayan bir şekilde, yol kenarında bulduğu pasaportu alıp karakola bırakmış. Yani kısaca Allah’ın inayeti bize yetişmişti.  
Toledo’ya bulunan pasaportu almak için tekrar dönen Laura, dönüşte şehri gezemesek bile oradan bir hatırayı üzerimizde taşımamızı istediğini söyleyip bizlere meşhur Toledo çeliğini simgeleyen minicik kılıçlar hediye etti.  Bu olaydan aylar sonra Laura’nın diğer adının Malika olduğunu öğrenecektim. Müslümanlarla iç içe yaşayan annesinin sevgisinin bir tezahürüymüş bu. Tuleytula ve Laura Malika zihnimde çok kimlikli, çok kültürlü, çok renkli bir rüyaya aitler. Şehir olanda kan ve gözyaşı saklı olan bir rüya. Kısa sürmüş bir rüya.

* Kuyudaki Koro, Temmuz/2013