6 Ocak 2013 Pazar

ameliyat maşası


ameliyat maşası'nı iyi ki ameliyat geçirmeden önce yazmışım. yoksa şu halimle sadece şu mısraı yazabilirdim:

"ulan doktor! bu senin yaptığına ölümle korkutup ameliyata razı etmek denir..."

unutulmaz bir travmaydı efendim. hala her gece karnımı deşen metaller görmemin başka bir açıklaması olamaz. ama hayata ölümle dönmek pek güzel, pek şirin. ölümden dönmedim çünkü, kimse öyle olmuyor. ölümle dönüyoruz yine tıpış tıpış. 80 günde devr-i beden ettikten sonra hayata dönme çabaları ancak emekleme düzeyinde oluyor. insan ancak sevenlerinin yanında koştuğunu hissedebiliyor. oysa dimdik biçimde yürüyemiyorum bile, zoruma gidiyor doğrusu.

ilginçtir bu 80 gün içinde en çok özlediğim şey cenin pozisyonunda uyumak oldu. insan sırt üstü yatınca sürekli bir yerlerden düşebiliyor çünkü. evet evet tıpkı o his işte. saniyeler içinde açılan koca bir boşluk. günlerce o kucakta uyudum ben.

uyanmak istiyorum artık. sonra iyice kıvrılıp derin ve ameliyatsız bir uyku uyumak günlerce. evet depresyon bile olsa bu çağırdığım, bu hayattan itilip kakılmış hallerime çare olur belki.  depresif de olsa dimdik yürüyebilmek, karnımı tutmadan ayakta durmak, deliksiz uyuyabilmek, yeni izlerimle barışmak istiyorum.

seksen günlük isyanı tek başıma bastırdım çünkü ben, çok yorgunum be doktor. hem tıbba da inanmıyorum artık. kararsızlığınız  tam seksen günümü aldı, bana paha biçilmez nefesler verdi. şifayı verenin kim olduğunu, eğer istemezse kırk kapıdan döndürdüğünü ve istediğinde 1,5 saat içinde geri verdiğini iyice bildim ben.

size teşekkür ederim ama mümkünse artık görüşmeyelim doktor.

2009?

Dil İle Dünya Arasındaki Güzel Boşluk* / Zeynep Arkan


"Yol açıksa ilerleme.
Çünkü yolun açık olup olmadığını bilmemelisin.
Bilerek yola çıkma, yolda da bilme.
Otomatikman işin içinde ol.
Düşünmeden dövüşmelisin.
Düşünmeden dövüşmen gerektiğini bilerek de dövüşmemelisin.
Yolu açık olduğunu düşünürsen, onun açtığı yolu sen kaparsın.
Demek ki "kesin şu" yok! Demek ki sınırlama yok! Demek ki "şunu yap" ya da "şunu yapma" yok! Sadece yap. Demek ki "cesur ol" bile yok. Çünkü cesaret tersiyle birlikte bulunur. Düşmanın karşısında cesur olan, düşmanı bir bıçak çıkarırsa ya da şartlar farklı zorlaştığında korkağa dönüşür.
Fakat boşluğun zıddı yoktur.
"Ne cesur" olan "ne korkak" olur."

Bilge birinin ağzından çıkabilecek bu sözleri bir şaire söylenmiş gibi kabul etmek yanlış görünmediği için bir Uzakdoğu dövüş sporu olan Jeet Kune Do felsefesi öğüdüyle başladık. Bu öğütleri şiire yakıştırmamıza, boşluğa yapılan vurgu sebep olmadı sadece. JKD bir sokak sporu aslında ve içinde ne korku ne de cesaret barındırmayan yapısıyla, otomatikman işin içinde olma tekniğiyle son derece çarpıcı.

Boşluk ise her zaman boşluktur. Bu değişmezlik durumunu gerçekleştiren pek az şey var. Ölüm veya doğum gibi gerçekliklerin yanında analojiye gerek kalmadan boşluk değişmez rengini korur. Sadece ölümden daha sıcak bir beyaz. Belki de kara.

Her zaman sonsuz kaynağından çıkmaya hazır bir arzu gibi, sonsuz biçimde var olan bir şeydir boşluk. Aynı zamanda Turgut Uyar’ın:

“Sakın kapanma, dur, ey şuramda beni boşaltan delik
Ey büyüyen bir şey sakın durma, dünyada” ( Dünyada)

mısralarını akla getiriyor.

Delik, derinlemesine bir sonsuzluk hissine çağırırken; boşluk, düşünce ve kavramların silindiği, karşı karşıya kalındığında ayırt edici tüm unsurlarını yitirmiş, doldurulmayı beklemeyen, sınırları yatay veya dikey biçimde çizilmemiş bir şey. Delik; içine alan, oluşturan, sürekliliği ve hayatiyeti sağlayan iken, boşluk bakışın biçimini alandır. İki kelimenin arasında bile varolur. Her yerdedir. Şiiri gösteren, şiire dahil olan, şiirle ortaklık kuran, görmenin asli unsurlarını taşıyan bir parça. Hem fon hem de rengin kendisi.
Bakışın biçimini aldığını söylediğimiz boşluk aslen, en çiğ gerçekliğin bir parçasıdır. Şairin içindekileri-elindekileri boşaltması için mutlak gerekli olanlardan biri demek ki. Gerçeğin karşısında şair öylece kalıvermez, yapacak bir şeyleri daima vardır. Gerçek negatiftir ama şair onu nötralize edebilir. Bunun için en güvenilir zemin, beyaz kağıttaki boşluk yani el değmemiş alandır. Ölçüsüzlüğün ölçüsü bu boşlukta birikecektir. Kurgunun veya rastgele olanın temel malzemesidir.

Boşluk, bir “değişmezlik” durumu oluşturmadığı için çok değerli, çok bereketli ve elbette doğurgan bir kavramdır.

Enis Akın’ın altıncı kitabının adı: Güzel Boşluk (Yasakmeyve, 2008) .

Bizi imgeselden koparıp simgesel düzende oluşturulmuş bir kurguya maruz bırakan bu kitapta sadece böylesi (imge-simge) bir kafiye açığa çıkmıyor:

Enis Akın’ın kendi şiirinin somutça sentezine vardığı bir kitap, Güzel Boşluk. Beş yıllık (2003-2008) şiirlerin boşluk da dahil edilerek yeniden yazılması, daha doğrusu boşluğun daimi varlığını öne çıkararak –bir şiirde daima kelimeler kadar boşluk vardır-, okurun zihnindeki tüm boşluk seçeneklerini de boşluğu cisimleştirir gibi gözden geçirmesine imkan veren bir yeniden katıştırma projesi. Proje olarak önerisi, biçimsel bağlamda dağılmışlık, yapılandırılmamış bir bölümleme esnekliği de içeriyor.

Kolajlar, yer yer biçim değiştirmiş klişeler, ilginç formüller, anonim metinler ve parçalar, bir düşünceyi içeren imza sahibi -veya değil- metinler, daha önce yapılanmış bir söyleme bağlı kalmadan “yenilik” hissi veriyor. Boşluğun felsefesi üstüne çok şey söylenebilir. Bunların birazını da söyledik ama “kesintisiz bir zincir” olmayan boşluk’un referans olduğu kitabın, yıkıcı özelliği güçlü olan bir yeniye dair neler getirebileceği düşüncesini de es geçemeyiz.

Bir gayri şahsi düzene (gelenek de diyebiliriz) karşı çıkan yapısıyla bu şiirlerin keyfi, rastlantısal, deneysel veya plastik biçimde –her ne dersek diyelim- anlamsız gerçekliklere müdahale eder gibi, kurgusallığın mücessem halini sergilediğini görüyoruz. Artık hepimiz biliyoruz ki, okumak izlemek karşısında güç kaybetmiştir.

Görmenin etkisi okumaktan çok daha fazladır. Boşluk üstüne birçok referans (mısra-şiir) seçip yerleştirmesine rağmen Enis Akın, kitabın bazı bölümlerini “boş” bırakmış.Boşluk nasıl ki içinde atom barındırmıyor ve ışığı diğer tarafa kolayca geçiriyorsa bu kitaptaki işlevi de şiiri “içerde” bırakmak.

Boşlukta ışık, ilerlemek için maddesel hiçbir şeye ihtiyaç duymaz, boşlukta şiir de…

Kitabın göstergesi olan boşluk, bütün dilsel göstergeler içinde “bir şiirin” tamamını oluşturuyor. Hem şiiri hem de boşluğu böylesi somutlukla doldurmaya çalışması gerçekten dikkate değer.

Enis Akın, okuruna kuralların çiğnendiğine dair izlenimler vererek yarattığı aykırılıklar veya benzerlikler üzerinden; okura kolayca ele geçirilmez bazı fırsatlar veriyor. El yazısını, kestiği-yapıştırdığı resim-çizimleri, bizi de içine alabileceği kendi boşluğunu “göstererek”, görenleri yazının her zaman aydınlık olmayan bir tarafına çekiyor. Her türlü anlatıyı grafik simgelere dönüştürüveren bir aygıt düşünün ya da okunması imkansız el yazılarını. Bu hem kabul etmemiz gereken çok “kişisel” bir şeydir hem de o kişiliğin içine girilmesi imkansız konumunu da hatırlatır.

Kurgu; çarpıtan, mesafe koyan, belirginleştiren ve flulaştıran unsurların tümünü içerdiğine göre:

“çünkü boşluk en/çok yeni doğurmuş/bir kadının karnında/ağlar” ,

“boşluğu boş bir şey sanma k” ,

“boşluk/kendine sordu:/ ben kimim” ,

“(dirseğimi dayayıp boşluğa)”

gibi mısralar bize bu türden tecrübeleri yaşatır fakat şairin soyut olanı somutlaştırma girişimleri, zihnimizde çeşitli şekilde canlanırken çok insani bir şeyle, kurgusallığı yıkan bir mısra ile karşılaşıyoruz:

“bir göğüs boşluğunu ancak bir yürek doldurur”

Sarılınmış, abanılmış, dirsekle dayanılmış, yer açılmış boşluğa şair tarafından ayırtılmış çok güzel bir yer bu. Gerçeğin kalıntıları olarak elimizde kalan hoş bir ayrıntı.

Güzel Boşluk da öylece, boşluğu boş bir şey sanmaya izin vermiyor.

“çünkü boşluk en” mısraının devamını herkes kendince doldursa bile bu kitap Türk şiirinde yeni ve özgün önemli bir boşluğu dolduruyor.

* Hece Dergisi, Ekim-2008

Klişeden Kaosa Varmadan / Zeynep Arkan *


Sayın Şuara,
Sevgili Şiir Dostları

       Bildiğiniz gibi ilk insandan bu yana var olan şiir, sözcüklerin mana âlemimize tercüman olduğu müzikal bir şölendir.  Henüz bebekken çıkardığımız manasız sözlerden tutun da sevinç naralarımız, acı dolu inlemelerimiz bütünüyle şiire dâhil, şiir içredir.
     Gönül âleminin bu engin pınarı kurumaz sevgili okuyucular. Gönülden gönüle çağladıkça çoğalan, coşkusunu paylaştıkça arttıran bu zevk ve ahenk, sokaktaki adamdan fildişi kuledeki münevvere kadar aynı hislere sözcülük etmiştir, kıyamete kadar da bu vazifeyi ifa edecektir. Şiir elimizden tutar, şiir yüreğimizi ortaya koyar. Şiirsiz bir dünya meyvesiz bir sofraya benzer. Şekersiz bir baklava gibidir.
      Okurla buluştuğunda onunla hemhal olabilen ve bu hali uzunca bir vakit, hatta her istenen anda yeniden yaratabilen nadir sanatlardandır şiir. Yazıldıkça namütenahi yayılacak olan bu tecrübe şairin gözlem gücü ile etkisini kuvvetlendirecektir. Şiirle çıkılan bu keyifli yolculuk şairle yol arkadaşlığı etmeye kararlı her okur için tarifi imkânsız yani anlatılmaz yaşanır bir durumdur.

Yukarıdaki satırlar bütünüyle şiir hakkında bugüne kadar okuyup-duyduğum klişelerden oluştu. Şiire dair insana bir şey kazandırmayan bu ifadeler yanlış da sayılmaz. Katıksız klişe olup sayfalarca devam edebilecek bu ifadeler zihnimizi hareketsiz kıldıkları gibi anlam da iletemezler. Herkesçe malum olduğu kadar, kabullenilir olması mıdır bunları klişe yapan? Bu sanatlı ifadeleri yaratan zihnimiz olduğuna göre onları bu kadar kolay tüketen dilimiz klişeleştirmiştir. Bir başka deyişle klişe, sözü edilen hatta sözü çok fazla edilen kelimelerde ve bunların hep benzer şekilde dizilişlerinde yaşar.
     
Teraneyi terane yapan sadece dinleyeninin çok olması değildir. Dinleyenlerin sorgusuz sualsiz kabul göstermesi de değildir. Asıl mesele onay verilen teranenin yayılması için her zaman belli bir farkındalık içermese de çaba harcanmasındadır. Teranenin kullanımına çanak tutmak kalabalıkların görevidir. Bu yüzden teraneler kalabalığın malı ve bu yüzden de uzun ömürlüdür.
Azınlık ise kalabalık olmadan önce kendi teranesini henüz yaratmamış olandır. Ya da yaratılan teranenin etkisini kalabalıklar üzerinde yanlış şekilde denemiş olandır. Öne sürülen iddianın üstünde çok fazla ve tekrar ederek konuşmamış, üretmemiş olandır. İddianın tekrar edilmesi kabul edilmesini kolaylaştırdığı gibi fazlasıyla kullanıma açıldığında klişeleşme sürecine girmiş demektir.
Yenilik iddiasındaki her fikri klişe olmaya götüren yolda işte bu rağbetin süresidir belirleyici olan. Eski ve klişeleşmiş olana karşı direnci yeni bir klişeye dönüşene kadar devam edebilir.
Yeniliğe direnen hiçbir eski yoktur ki yeni olduğu dönemde bütün eskileri silmek istemesin. Yoksa iddiasızlık içinde nasıl var olacaktır?



Edip Cansever’in ifadesiyle “alışkanlıklarımızı kınayamamak”tır klişeye ömür veren etken.
Sözlerle yeni biçimler kurmaya kalkışmayı kahramanlık addeden Cansever, bu gayret için “sonu yok” demiştir. Artık nerdeyse tamamen biçimden ibaret tartışmalara zemin olan Türk Şiiri’nde, yenilik iddialarına yine en çok biçim üzerinden karşı çıkılmıştır.



İsmet Özel’in 1960’larda anlam itibariyle Türk Şiirine getirdiği özgün yenilikler bu yönüyle çabuk kabul görmüştür. Dil üzerinden değil ama anlam üstüne yaptığı deformasyon ile kişisel tepkilerini, değişime açık zihnin sürüncemelerini cesurca ortaya koymuştur. Bu yönüyle O, teşbihte hata olmaz ise, Garip şiirinin maruz kaldığı tepkilere maruz kalmamıştır. II. Yeni’nin dil ve anlama getirdiği deformasyonun etkilerini İsmet Özel’de üzerinden geçilip gidilmiş bir çaba olarak görebiliriz. Özel, sağlam deneylerle şiir okuyucusunun karşısına çıkmış, klişeleşme süreci bu yüzden gecikmiş ve kendini dil üzerinden yenileyen bir şaire dönüşmüştür.
Diğer yandan Özel’in fazlasıyla kabul gördüğü de iddia edilebilir. Özellikle İsmet Özel söylemi etkisi altındaki şairler tarafından çoğaltılan bir klişeye dönüşmek üzeredir İsmet Özel ismi. “Dil üzerinden yenilenme” derken bu klişeleşme ihtimaline dikkat etmek gerekir.



        Orhan Veli’nin Türk Şiirine dâhil ettiği gündelik hayat, o dönemde bir yıkım olan ama şimdilerde bir “nasır” ile anılan Garip şiirinin klişeleşme sürecini çabuk tamamlamış olduğunu düşündürür. Bütünüyle vezin, uyak ve klişe konulardan (gül ve bülbül diyalogları dediğimizde en meşhur klişeyi anmış oluruz) uzaklaştırılmış bir şiirle çıktığından, II. Yeni’nin ortama hızlı girerek yayılım göstermesini kolaylaştırmıştır. Her biri aslında bambaşka şiirler yazan II. Yeni şairleri tarihsel bir birliktelik içinde dil ve anlam üzerinde deformasyon çalışmaları yapmıştır.
Tüm bunlardan önce 1940 yılında Yusuf Ziya Ortaç Akbaba dergisinde şunları yazmıştır:
"Vezin gitti, kafiye gitti, mana gitti... Türk şiirinin berceste mısraı diye (Yazık oldu Süleyman Efendiye) rezaletini alkışladılar... Göğüslerinde cehennemler yanan sanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şakır şakır oynadıklarını gördük! Sanatın darülacezesiyle tımarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular! Ey Türk gençliği! Sizi bu hayâsızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum!"  (Asım Bezirci, Orhan Veli,- yaşamı, kişiliği, sanatı, eserleri-, Evrensel basım yayım )
Bu sert eleştiri o dönemde, daha önce de söylediğimiz gibi II. Yeni’nin temellerini atmış bir şiirin gençlik tarafından çok sevilip sahiplenilmesini engelleyememiştir. Yenilik ve iddiayı “gençlik” daha kolay kabullendiğinden iddia ve yıkım düzeyi ne kadar yüksek olursa rağbet o kadar fazla açığa çıkar. Yeniliğin maruz kalacağı iki tavır vardır: görmezden gelme veya eleştiri, diğeri ise kabuldür. Anlaşılmayanın karşısında olma eylemi yeniliğe karşı mukavemet geliştirmeye yarar. Oysa şair okuyucusunu eğitebilen biridir. Karşılaştığı mukavemeti kıracak olan şairin eldeki malzemeyle “varyasyonlar” üretebilmesi şairi başarılı kılacaktır.  Yeter ki şairin çabası görmeye değer bir şey üstüne olsun.



Hüseyin Cöntürk’e göre her çağın dünden devraldığı şiirde az ya da çok sayıda klişe unsur vardır. Bu ölü unsurlara rağmen şair bir şey iletmeye çalışır. Fakat klişe unsur fazlalaşırsa, şairin özgürlüğü ve dolayısıyla başarı ihtimali azalır. Şair devr aldığı şiirde klişe unsurun ne kadar baskın olduğunu hissediyorsa, bu unsurun kendi özgürlüğünü tehlikeye koyduğundan ne kadar endişe ediyorsa, o kadar yeni bir dil aramaya, o kadar deformasyon yapmaya kayar. Fakat aşırı bir deformasyona kaymak da tehlikelidir. Çünkü bu onu bir kaosa götürebilir. Deformasyon yapmadan da yeni bir şiirsel şive (poetical idiom) getirmek mümkün ise de ölçülü ve bilinçli bir deformasyonun şairin imkânlarını çok daha genişletebileceği bundan önceki kuşakların verdikleri ürünlerden anlaşılmaktadır.



Cemal Süreya 1956’da yazdığı Türkü şiirinde kullandığı “... Kahin-klin kahin-klin, ... Gülüm-mera gülüm-mera, ... Çal-para çal-para”  ifadeleriyle kadınlara duyduğu aşkı tanımlar. Üvercinka  şiiri ile Güvercin Kanadı’nı deforme etmekle kalmamış kendine özgü söyleyiş biçimi, şaşırtıcı buluşları ile geleneğin karşısında gözüken ama aslında gelenekten beslenen yenilikler açığa çıkarmıştır. Anlatılamaz olanı aktarılamaz olmaktan çıkarmak şairin işlevi olabilir. Ve yine Cöntürk’ün ifadesiyle de tekrar edilmeyen ileti, muhatabına tam olarak iletilemez.



Cahit Zarifoğlu’nun Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu şiirinde
...............

Anaya onların gönül kıran sesleri ağabeylerimin
İ'yle başlayan ve birbirinin aynı isimleri
Yani i ile i ve i'yle i
              i olur mu i "diyor"

İsim ve insan yerine geçen “i” harfi çağrışımla kullanılırken zihnimizde bir karşılık bulmak üzere serbest bırakılmıştır. Şairin hiçbir zorlayıcılığa başvurmadan yaptığı bu kısaltmalar bize özgür irademizi hatırlatır.


 İ                    E

BR                 ŞY    

Gösteren gösterilenden bağımsızdır. Alt satırda anlama işaret eden ve anlamdan yalıtılmamış sessiz harfler bulunurken üst satırda anlama sonsuz çağrışımlarla beraber sadece kendini ekleyen sesli harfler görüyoruz. Bir bütün olarak baktığımızda bu harflerde “BİR ŞEY” görürüz. Birbiriyle rekabete girmelerini sağlasak bile kusursuz bir iletişim sağlanmayacağı için bu harfler bize her seferinde yeni bir imkân sunacaktır.
Bu durumda "bir şey" ne kadar klişe ise, "i,e, br, şy" içinde "bir şey"i görebildiğimiz, görmeye devam ettiğimiz sürece deformasyon, bir kaos açığa çıkarmadan işlevini yerine getirmektedir
Yani bize göre mesele şiirde yeni bir şey ararken eldeki malzemeyle "bir şey" i görmeyi önemsemekte saklıdır.
Gerisi kaosa giden yolda oyalanmaktır denebilir.

* Hece Dergisi 131.

Ben Ölmeden Önce Bi Zahmet / Ben


“Günlerdir günlüğüme (Ben Ölmeden Önce Okumanız Gereken 10000 Cümle kısmına) eklediğim notlarda sadece mektuplar var. Aziz dostlarıma ve hepsi  -mutlaka- Biricik düşmanlarıma yazılmış mektuplar...

Mektup yazmak işin kolay tarafı. Posta masrafı işin içine girseydi siz o zaman görürdünüz zor kelimesinin cüzdanımdaki anlamını. (Çevrem çok geniştir) Neyse ki mektupları hiç kimseye göndermeyeceğim. Posta parası cebimde. Bunca senedir cebimde asla akrep beslemedim ama evde beslediğim fil yavrusunu

–aranızdan en çok hak edenin üzerine- pencereden  atacağım güne kadar onu beslemem gerektiğini biliyorum. Umarım filler de dört ayak üstüne düşüyordur. (Küçük hortumuyla şalgam suyu içerken görmelisiniz onu. Şirin şeyy!)



Dört ayak üstüne düşmüyormuş bu. Tüh ya!!!  Neyse...

Evet, mektuplara dönelim. Her biri özenle seçilmiş kelimeler ve kinayeler ve tunç kafiyeler ve betimlemeler ve ironiye yaslanmış esprilerle süslü ve bence muhteşem mektuplar…

Yazdıktan sonra hiçbirini okumadım ama yazarken çok iyi olduklarını hissediyordum. Yani çok samimiydim, çok hisliydim. Kâh gülerek yazdım, kâh ağlayarak. Çok acılı ve ümitsiz veya çok aşık olduğum zamanlar da oldu fakat en güzellerini laf sokmak istediğimde yazdım. Eğer birine laf sokmak istiyorsanız kafanız daha bir kıyak çalışır. Çağrışımlar, metaforlar adeta size hücum eder, beyindeki ampullerin biri yanar biri söner. (Hepsi aynı anda yanıyorsa Greenpeace belgeselleri izlememişsiniz demektir. Tavsiye ederim. Ben fırsat buldukça izlerim ve televizyonu asla “stand by”  konumunda bırakmam. Anneme söyledim, o da bırakmaz. Son günlerini yaşayan Dünya’ya en azından nefes alarak ölmesi için vahşi yüreğimizden küçük bir armağandır bu. Mesaj kaygısı olmadan da kimseye bir hediye veremeyiz nedense.)

 Ne diyordum? Ha evet, polemik zihnin tek amacı ise, falso vermek olasıdır. Elinizde esaslı malzemeler yoksa polemik yapmayınız, yaptırmayınız.  Kaynak olarak kıçınızı kullanmayınız. Ayrıca elinizdeki 1 (bir) malzemeyi 1’den (birden) fazla kullanmayınız. Yalnızca hakikatli aptallar bir malzemeyi birden fazla kullanır.  Herkesin hakikati kendinedir oysa. Bu yüzden sadece düşmanlarımız değil, dostlarımızın da akıllı olmasını isteriz. Yani herkes “Akıllı Ol!”sun demiş veciz bir atasözümüz. Peki kimdir Akıllı İnsan? Akıllı insan durmasını bilendir sevgili dostlarım. “Durma Üstüne” düşüncelerimi 1 (bir) mektubumda anlatmıştım. Hatta yetmedi 2. mektubu da yazdım. Bu konudaki birinci mektup için:

Bkz.: Statik Üzerine Mektuplar, F. Schiller ve Ben, s. 267.

İkinci Bkz.: Durmasını Bilene Mektuplar, Ö. Uçuran Çiller ve Ben, s. 297


Aşağıdaki resimde Sevgili Schiller ile ne kadar samimi olduğumuzu görüyorsunuz. Beni sıkça ziyaret eder sağolsun. (Sırtı dönük olan benim, çok ortada olmayı sevmiyorum, takdir edersiniz artık)


(Tamam, tamam... Goethe o. Ama çalışma odamız çok benziyor. Valla.)

Fakat televizyon çok tuhaf bir şey. Evet nasıl çalıştığından bahsetmiyorum, bizzat kendisinden bahsediyorum.  Yaşıtlarımın veya belki de bazı yazar arkadaşlarımın “aslına rücu” etmesinin vesilesi olmuş kutlu bir kutu. Sanki öyle. Aslında saldırı vaktini bekleyen bir katil jaguar gibi. Ciddiyim. Daha önce bolca televizyon izleme sabıkası olsa dahi, İş hayatına atılan veya evlenen yazar-çizerin bir müddet sonra  bahane bulmadan kendini kaptırdığı bir merak, bir uğraş. “Dizi Takipçiliği” diye bir meslek var, duydunuz mu?  (İnternete daha sonra geleceğim ey Kari! Ama ondan burada bahsederken “Sözüm Meclisten Dışarı” demek çok zor.)

Okumaya vakit bulamamanın, yazmanın “bu şartlarda” imkânsızlığının, şikayet etmeden yeni bir iş çıkaramamanın yüzlerce bahanesi varken dizi izlemenin asla bahanesi yoktur. Yani “aslına rücu etmek” kapsamına giren her şey gibi. “Kendimi buldum, kendimi!” çığlıklarının yükseldiği evleri mutlaka duymuşsunuzdur. Multiorgazmik bir ayindir bu. Bir düşünün bakalım. Evet, mutlaka buldunuz. Hadi canım, hala mı bulamadınız?  O seslerin üst katınızdan bile geldiğine iddiaya girerim.



Bu durumu bir mektubumda (Aptal Kutusunu Açan Kadınlar Ve Erkekler, s. 879) son derece fasih biçimde dile getirmiştim. Bilvesile söylemek isterim, fakat alıntı yapmak mümkün müdür, net bir şeyler söylemem zor. Ama hatırladığım kadarıyla tüm uğraşlarına rağmen ele avuca gelen şeyler yazamayan her kadının veya erkeğin de olur, kendini mutfağa (evet, mutfak) atmasından bahsediyordum ki karnım acıkmıştı. Evet, insan kitapla beslenemiyordu. Belki de haklıydılar. Kitap kemirerek hayatını devam ettiren tek canlı sadece “kurt” idi.



(Bu kurdun şiir sevmesi sizce de çok manidar değil mi? Şiirle karnı doyan bir canlı görmek tersini iddia edenler için ibretlik bir vak’a!...)

Bunlar ne kadar acı bir gerçektir, insanlar sadece yiyerek, içerek ve televizyon izleyerek insan kalabiliyor gibidir. Kurtlar şiirden ne bulursa alıp gidiyordur... Ayrıca insan olanları ise kendinden ve yine egosantrik göbeğinden memnun olabiliyordur.

Ben bunu da bir mektubumda yazmıştım, burada yine kaynak vermekte bir beis görmüyorum. (Bkz: Bir Göbeğin Kendilik Bilinci Üzerine Mektuplar, Sen Onu Benim Göbeğime Anlat (Yazar burada kendine sesleniyor), s.399)

 Sevmiyorum. Yukarıda yapmış gibi olduğum şeyi: Herkesin sürekli “kendini refere etme” durumunu sevmiyorum. (Office 2003 “refere”yi  “kefere” şeklinde değiştirmek istedi ama müsaade etmedim. Bak hâlâ “kefereyi” diyor…)

 Sevmiyoruz. Hem de hepimiz. Kendimiz dışındaki her şeyi. Kendimizi gösterme biçimlerimizi birileri beğenirse sevmiş gibi yapıyor, o kadar. İnsanlığın ortak kaderi birbirine düşene kadar sevgisiz kalmak sanki. Bizler kendimizi gösterme biçimimize direniş gösterenleri düşman ilan ediyoruz. Oysa Düşmanlık çok ciddi bir meseledir. Bugünlerde Düşmanlığın Esasları mektubuma çalışıyorum da ondan biliyorum. Üstünde iyice düşündükten sonra mektubun başlığını Hiç Düşmanıma Mektuplar şeklinde değiştirdim. Çünkü kendime düşman yapacak kadar nüfuzunu, ahlaki gücünü kabul ettiğim, zekasına hayran olduğum, kişiliği karşısında dizlerimin titrediği, insanlığı karşısında utandığım, vaktimin ve uykumun önemli bir bölümünü kendisi uğrunda harcayabileceğim bir “insan”la henüz karşılaşmadım. Bu da Hiç Düşmanıma Mektuplar ’ın ilk cümlesi, bugünkü alıntılarımın son cümlesi olsun Sevgili Sudoku’cu.  “



                                                           Arthur Şofben Auer

                                                      Ne Marakeş Ne Bangladeş, 2008

                                ( Ben Ölmeden Önce Okumanız Gereken 10000 Cümle)   

Pozitif Bir Evet


Jakarlı beyaz zemin üstüne kırmızı çiçekli başörtüsü ve sürmeli kara gözleriyle, etrafa merakla bakan genç kız tam karşımdaki bankta oturduğu için sıkça göz göze geldik. Yarı gülümser halde bakışlarını kaçırıyor, koridorda koşuşan çocuklara dönerek gülümsemeye devam ediyordu.

Siyah süet mantosunun üstünde nakışla gri papatyalar işlenmişti. Rugan çantasında sarı, kırmızı, beyaz deri ipliklerin arasından metaller diziliydi. Her halinden yeni gelin olduğu belli olan genç kız, sağlık ocağının laboratuarının önünde kayınvalidesi ile birlikte bekliyordu.

Sağımda oturan kadının sağ ayağı aksak ve 7-8 yaşlarında gösteren esmer, cılız kızı birkaç dakikada bir gelip “Anneee! İzin ver de gideyim yaa” diyordu. “Sıkıldım iyice…” annesi susarak cevaplıyordu kızı. Aynı sahne 3-4 kez tekrarlanınca “Eve gitmeyi neden bu kadar çok istiyorsun bakalım?” diye sordum. “ Hiççç” dedi sadece. Yeniden yeni geline bakmaya başladım. Mutlu mu mutsuz mu olduğu, hasta veya sağlıklı olup olmadığı tam olarak anlaşılmıyordu. Mimikleri belirsiz, gülüşü bile yarım yamalaktı. Yanımdaki kadın birden kıza dönerek “Sen yabancısın galiba, çok garip duruyorsun…” deyiverdi. O da ilgilenilmekten duyduğu memnuniyetle utanmış gibi yaparak “ Yabancıyım he…” dedi.
-         Nerdensin? diye sordu yanımdaki kadın.
-         Sandallı köyünden…
-         Nerenin Sandallı?
-         Sivas…
-         Yeni mi geldin? Buraya mı evlendin?
-         Yeni… İki ay oldu düğünden beri. Demek belli oluyor yabancılığım?

Böyle söyledikten sonra önüne bakarak, biraz mahcup biraz da çocukça gülüverdi. Yeniden sustu herkes.

Ayağı aksak kız çocuğu ve hırıltılı nefes alıp verirken kötü öksüren üç yaşlarındaki erkek çocuğunun patırtılarının sesi vardı sadece koridorda. Bu süre içinde kucağında bir bebekle orta yaşlı bir kadın geldi ve bebeği eline almak isteyen ayağı aksak yedi yaşındaki kıza çocuğunu verdi. Kız çocuğu son derece iğreti biçimde bebeği tutunca kahkahalar atmaya başladı. “Pırtladı!” diyerek annesine baktı ve onlar yüksek sesle kahkaha atarlarken dayanamayıp :
-         Çocuğu elinize alsanıza şimdi düşürecek! dedi diğer kadın.
Gereksiz müdahale ettiğini düşünecektim ama bebeğin annesi zaten hiç oralı olmadı ve “O alışkın, bizim komşunun kızı o… “ deyiverdi. Sonra çocuğunu da hemen kucağına aldı.

Laboratuarın kapısı açıldı ve :
-         Melike Bozca ! diye bağırdı biri.
Bizim yeni gelin irkildi ama kayınvalidesi “Sen dur!” manasında bir işaret yapıp kapıya doğru yürümeye başladı. O yürürken adımlarındaki abartılı kibri fark ettim. Türeyecek soyu için gururlanarak gelininin test sonuçlarını almak için kısa koridorun yolunu adeta kasıtla uzatıyor gibiydi.  Laborantın eline verdiği not kağıdını görünce hayal kırıklığına uğramış gibi gelinine kağıdı uzatırken :
-         Bu ne küçük kağıt yahu! diye çıkıştı. Niye döküm vermediler ki?
Her halinden keyiflenmemek için kendini sıktığı anlaşılan taze,  “Gerek yok ki anne” dedi. “Pozitif yazıyor burada. Pozitif “Evet” demek… Negatif de “hayır” …
-         Evet mi demek? Haa tamam.

Bir anda kara gözlerini bana çevirdi gelin ve tepki bekliyormuş gibi uzunca baktı. Kendimi mecbur hissederek:
-         Hadi hayırlı olsun…diyerek gülümsedim.
Cevap yerine başını salladı ve "pozitif bir evet"in verdiği sevinçle ondan daha gururlu kaynanasının peşinden gitti.  
                                                   

Şubat/ 2008

Elde Var Sigara Ama Serde Yok Samimiyet





Coffee And Cigarettes filmini izleyenlerin hemen hatırlayacağı, kısa sahnelerle çekilmiş birbirinden farklı hikâyelerin (mutlaka kahve ve sigaralı) bence en çarpıcı olanı Cate Blanchett’in oyunculuğunun en güzel örneklerinden olan “Kuzen” sahnesiydi. Diğeri de Alfred Molina ve Steve Coogan’ın rol aldığı “Kuzenler?” sahnesi. Bu iki sahnenin ortak noktası sadece isimleri değil, bence samimiyet-sizlik üstüne dikkate değer tiplemeler açığa çıkarmış olmasıydı.

Cate Blanchett iki kuzeni aynı anda oynarken harikaydı. Bir aktristi yani kendini oynadığını düşünebileceğimiz Catie ve onun beş parasız, kaba saba yani doğal, ünsüz hatta “loser” kuzini Shell.


Sarı saçları, parlak makyajı ve imajıyla, çok istediği halde samimiyetsizlikten sıyrılamamış Catie, basına röportaj vermek için kaldığı otelde beklerken kuzini Shell’i görmek için kaldığı suitin alt katındaki kafeye iner. Bu Shell için yapılmış bir jesttir. Shell gelir ama görüşülmeden geçen iki yılın açtığı boşluk hemen açığa çıkar. Boşluk bir yana aradaki “klas” farkı ortadadır.


Zengin ve ünlü Catie tüm sahte samimiyetiyle her an açığa çıkmayı bekleyen kibrini bastırmaya çalışır. Onu her an  rezil etmesi, küçük düşürmesi, karşılıklı uyum yakalayamaması mümkün olan kuzen Shell için sık sık gülümsemenin yeteceğini düşünür belki. Bir de hediye her şeyi mükemmel kılacaktır. Fakat Shell, hediye edilen pahalı parfümün aslında bir eşantiyon olduğunu Catie’nin yüzüne vurur. Nazik ve aslında çok acizce, samimiyetsiz Catie hala gülümsemektedir.


Shell’in altın yaldızlı  “Bir şeye paran yetmeyince gerçekten pahalı oluyor. Paran olunca da onu sana bedava veriyorlar”  cümlesine de “Dünya genel olarak böyle” diyerek ne de asil bir cevap vermiştir. Samimiyetsize de bu yakışır. Eğer dünya genel olarak böyleyse tek başına bir samimiyetsiz ne yapabilir?

  
Shell’in maruz kaldığı samimiyetsizliğe tepkisizliği bana garip göründü. Sonra da bu tavırda bir bilgelik buldum. Söylemesi gereken gerçeği söylemişti ve değiştirebileceği bir şey olmadığını kendisi de biliyordu. “Doğru olan” ı değil ama kendini “doğru” kılacak olanı yapmıştı.
   
Catie toplantısına gittikten sonra Shell’in yakmak istediği sigaraya garson müdahale etti ama o Catie varken sigara yaktığında hatta Catie’yi de ikna edip içtiklerinde kimse müdahale etmemişti. Shell sigarayı paketine koydu ve eşantiyon hediye paketine yeniden uzanırken sahne karardı. 

Bu kısa sahnenin ayrıntılarında fazlasıyla saklı olan samimiyetsizlik hangimizin hayatında saklanmaktan ar ediyor ki?



2008

TEN (10)




Abbas Kiorastami’nin 2002 yapımı filminde İranlı oyuncu ve yasaklı yönetmen Mania Akbari, son derece doğal bir akışın içinde (arabasında sürekli seyir halinde iken) kısaca İran’ın modernizmle imtihanına, uzunca ise boşanmaya, hem çocuk hem de kariyer yapmak isteyen özgür kadınlara, aşk acılarına, sokak fahişelerine, kocakarı imanıyla umut etmeye, çocuk eğitimine, yeniden evlenmenin getirisi ve götürüsüne genellikle kadınlar üzerinden  diyaloglar kurarak ışık tutuyor. Genellikle kadınlar diyorum çünkü arabasına oğlu dışında erkek binmiyor.

10 ayrı bölümden oluşan filmde arabadaki konuşmaların çoğunu oğlu Amin (Amin Maher) ile yapıyor Mania Akbari. Amin bir çocuk olmasına rağmen özelde babasının, genelde İranlı erkeklerin beklentilerinin farkında ve onları onaylayarak annesini sorguluyor. Anne ise kendi hayatının özerkliğinin peşinde, kazandığı bazı hak ve özgürlüklerden ödün vermemek için her eleştiriyi sineye çeker gibi. Güçlü, bilinçli, duyarlı, yardımsever aynı zamanda kariyerist bir anne olmanın bedelinin farkında. Kendisinden basitçe güzel yemek yapmasını, evinin kadını olmasını isteyen kocasını boşayıp daha özgür yaşayabileceği bir erkekle evleniyor. Amin yeni babasını sevmiyor ama öz babasının evleneceği hamarat cici anne adayını sevinçle karşılıyor. Diyaloglar da gittikçe döngüye dönüşerek sürüp gidiyor.

Diğer kadınlardan ilki ise tahminen Mania Akbari’nin ablası rolünde konuşuyor arabada. Kardeşinin yeni evliliği ve Amin’in kontrol edilemez hallerinden dem vuruyor. Diğerleri terk edilen bir kadın gözyaşlarıyla, bir sokak fahişesi yanlışlıkla, yaşlı bir nine türbeye gidip dua etmek için, otostop yapan bir kız belirsiz aşk oyununun acısıyla arabaya biniyorlar. Hepsi de ilginç diyaloglar. Doğallığından şüphe duyulmadan, asla sıkılmadan, İran’ı daha bir yakından görüp severek izleyebileceğiniz bir film Ten.

Karın tüm yolları kapattığı günler için ideal.

2008

DÜNYADAN ÇIKIŞ YOLLARI




Bu akşam formatlanmış bilgisayarımdan kurtarıp sıkıştırabildiğim dosya-belgelerin arasında tam bir buçuk yıl önce alınmış notlara rastladım. Temmuz 2006'da Ressam ve Şair Sami Baydar'ı ziyaret dönüşü aldığım notları buraya aktarsam iyi olur diye düşündüm. Metnin içeriğinde Amasya veya Merzifon'a dair bir şey yok ama onları ne kadar güzel bulduğumu ve sevdiğimi her şeyden önce ifade edeyim...
     
Rüyalarsa dünyadan çıkış yolları.
                                                Sami Baydar

Güya dünyayı algılama yoluyla bütün eşyalardaki garipliliği daha kuvvetlice hissettim. Suskunlukta ve sonsuzlukta her eşya  güya bıçakla kesilmiş gibiydi, boşluğa, sınırsızlığa yerleştirilmiş, diğer eşyalardan ayrılmış olarak, Eşya daima sadece bizzat olduğundan dolayı var olmaya başlıyordu…Ben dünyadan, yaşamdan dışarı fırlatılmış ve sürekli olarak gözlerimin önünde akan fakat içinde kendimin rol almadığı  kaotik bir filmi seyrediyormuş duygusunu taşıyordum. İnsanlar bana bir rüyadaki gibi görünüyorlardı; ben onları kendi özel biçimlerinde ayırt edemiyordum.

Ortaköy'de bir kitapçıdan aldığım kitapta okuduğum bu pasaj bana Sami Baydar'ın o mısraını hatırlattı.

Mm Séchelaye tarafından kaydedilen, bir genç kıza ait bu hikâyede patalojik episod akışındaki izlenimleri bir bilinçle açığa çıkıyor. Bu bilinç çift ilişki içeren bir bilinç sanki. Normal ve patalojik olanla, bilinen ve yabancı olanla, tekil ve çoğulda ve nihayetinde günün dünyasında ve rüya âleminde.
Bu bilinç akışı içerisinde, insanın her iki durumdan birini tercih etmek “zorunda” kalışının bilincini koruduğu söylenemez. Rüyalardan hayata fırlatılmış veya yaşamdan rüyalara, hiç fark etmez. Edilgen bir varlık olarak sadece o “fırlatılmışlığı” idrak edebilir.
 
Yaşamdan dışarı fırlatılmışlık hissi nasıl bir şeydir? Bahsi geçen o kaotik filmin seyri esnasında bir role sahip olamamak… Bir rüyayı insanların arasında tamamlamak veya sürdürmek... Belki de sadece rüyalar yoluyla yaşadığını hissetmek gibidir.
   
Psikolojik olarak pek çok tanımlamaya sığacak bu haller bir şair için özgün bir üretim alanı olabilir. Elbette ki bu durumları tanımlayabildiği sürece.  Sadece tanımlamak da değil, ifade ederek çoğaltmak, değiştirmek ve sürdürmek adına emek verebilir şair.

Rüyalar, dünyadan çıkış yolları” derken Sami Baydar, yaşanamamış bir hayatın rüyalarla sürüp gittiğini, o âlemde bir anlamda tamamlandığını anlatmak istiyor gibi. Şiirlerinde de sıkça rastladığımız “dünya” imgesi birden fazla âlem arzusu ve bir anlamda hayatsızlığı çağrıştırmakta bana.

***

Sami Baydar şiirindeki sadelik ve duruluk ilk okunduğunda fazlasıyla düz anlatıma yaslanan metinlermiş hissi uyandırıyor. Fakat Sami Baydar şiirinde iç içe geçmiş gerçek ve hayal öylesine uyumlu ki nerdeyse tamamen biyografik verileri şeksiz şüphesiz kabul edebiliyoruz. Baydar’la tanıştığım gün, ilk defa bir şairi şiirinden önce tanımış oldum. Dergilerde en fazla iki şiirini gördüğüm bir şairi tanımak ve ondan sonra şiiri hakkında bir fikir edinmek de en sağlam yollardan biri galiba.

Sami Baydar'ın şiiri şairinden asla bağımsız düşünülemeyecek bir dünyayı yaşatıyor. Mesela Nicholas’ın Portresi kitabında “Nicholas’ın Portresi” adlı şiirinde (s.59)

Kitaplarım benim 
hep kayboldu. 
Portrelerim kayboldular. 

mısralarını dönüş yolunda okuyunca çarpıldım ve yanımdaki arkadaşıma işaret ettim. Çünkü ziyaretimiz boyunca Baydar bize sürekli kitaplarından veya tablolarından vermek istiyordu.

***

Daha sonra şairin her gün gittiği mekâna beraberce gittik ve orada otururken bize defterine yazdıklarını gösterdi. Hala defterine ve odasında dantel örtülü duran daktilosuna yazanlardan biri o.
     "senindir dünya güzelliği"

Öyle güzel susuyordu ki hiç konuşamaz sanırdınız ama konuşunca sustuğundan daha güzel konuşuyordu.
"Aptal Değilim Kendimden Çok Başkalarına Güveniyorum" adında bir resmi olan bir şair Sami Baydar.  Bizi nereye isterse oraya götürdü. Hatta ayrılırken dört yol ayrımındaydık ve elini uzatarak “Siz şurdan gidin” dedi “Ben buradan gideceğim”. Tam dört kişi, onun dediği tarafa yöneldik. Hızlı adımlarla ilerledi ve hiç arkasına bakmadı.


*Her iki tablo da Sami Baydar'a aittir.

2008

bREAKİNG aND eNTERİNG




Estetize edilmiş şiddet veya lezzet alınan acılar üstüne filmlere ara verip Breaking And Entering’e rastlamak büyük şans. Türkçe’ye “Hırsız” diye çevrilmiş Breaking And Entering (2006) hakkında bir şeyler söylemeyi fazlasıyla modern ama hala iyi kalmaya yönelik izler taşıdığı için istedim. Suçluluk veya dürüstlük kavramlarına yönelik önemli göstergeler içeriyor film.

İnsan ve davranışları bu filmin başlıca konusu. Olayların gelişimi oldukça yavaş ilerlerken sıkılıyoruz başta ama sıkıcı bir hayatı izlemek elbette sıkıcıdır. Film, yarıdan sonra aşk, heyecan, macera üçgeninde sürüp gidiyor. Aslında sadece aşk, acı gerçekler ve hayat arayışı içinde geçiyor, gerisi sos. Canınız çeksin diye söyledim.
 
Kuzey Londra’nın nerdeyse gözden çıkarılmış bir bölümünde kurulmuş mimarlık ofisi son derece modern bir hangardan daha ötesi. Dekora bayıldım, Green Effect, doğayı ve yeşili her türlü betona iğreti ve yapay olmadan sokmaya çalışan bir oluşum. İki mimar ( Martin Freeman, Jude Law) ve ekibinden oluşuyor. Şehir mimarisi üstüne çok bilinçli çalışmaları var GE’nin. Filmden sonra gerçekten de Kuzey Londra, eski Harlem bozması çehresini tamamen kaybetmiş gibiymiş. (Yapımcı Anthony Minghella’nın yalancısıyım. Minghella, Soğuk Dağ ile duygu dozu abartılı ve eski moda gelmişti ama Breaking And Entering ile terazi kefesi dengeleniyor. )



Ofise yeni taşınıp yerleşmişken giren damdaki kemancı cinsi hırsızlar; mimarların laptop’larını çalmasa çok da fazla bir şey kaybetmiş olmayacaklardı. Bir defa girmeleri neyse de ikinciye girip de Apple laptop içindeki özel aile fotoğraflarının kopyalarını bırakmaları ne kadar ince düşünceli gençler olduğunu gösteriyor. Aslında ince ve loser olan sadece Mirsad. Evet, Müslüman bir Bosnalı kadının oğlu. Anne Amira (Juliette Binoche), savaş sonrası Londra’da terzilik yaparak geçimini sağlıyor. ( Yeri gelmişken Minghella, fazlasıyla Apple reklamı yapmakla suçlanmış. )

İki aile, iki çocuk, iki ayrı hikayenin çakışması gibi basit görünen bir hikayeye dayalı filmde kırılıp dökülen, yıkıp geçen ne ise, her şeyi daha iyi hale getiren bir şey aslında. Cennet’in kapısını kırarak içeri girmek gibi.



Filmin giriş kısmında “I saw my lady weep” tadında “ Enough, enough, enough” diyerekten yuvarlanıp giden film, ofisi soyulan mimarlardan birinin ofiste gece bekçiliği de denebilecek nöbetlerinden birinde ivme kazanıyor. Mimarın (Will – Jude Law)  geceleri ofisi kollarken söyleştiği fahişe, filmin en önemli renklerinden biri. Vera Farmiga son derece başarılı bir oyuncu. Bir fahişeye nispetle fazla zeki olması gerçeklik duygusundan uzaklaştırmıyor yine de. Bir gece hırsızlardan biri geri dönüyor ve fark edilince kaçmayı deniyor. Hırsızın yakalandığı söylenemez ama evinin kapısına kadar gelip terzi annesinin kapıdaki telefonunu alan mimarın hayatını ne şekilde değiştireceğinden haberdar değil.  Aslında hiç kimse her şeyi bitirmesi beklenen bu başlangıcın herkese bambaşka bir hayat doğuracağından da haberdar değil.
   
Bundan sonrası çok ilginç. Çaresizlik, suç, hırsızlık, aldatma, çalma, sevme, yalan söyleme kavramları alt üst oluyor. Filmde de söylendiği gibi her şeyin sonunda, başta suçlu sayılan adam dışında herkes suçlu oluyor. Adam bir bebek kadar masum aslında. Bu kadarı da fazla mı? Belki. Ama açık sözlü olmaktan vazgeçmeyen her modern gibi şansını deniyor ve hayat kırdığı her şeyin daha güzelleşmesine yardım ederek devam ediyor.
   
Film üstüne söylenecek şeyler çok daha fazla. Göçmenlik psikolojisi, aşkın statü yıkıcı tarafı, hırsızlık, sevgi, ebeveyn olma, otizm, yalan, aldatma, şehir ve mimari, Bosna tarihi ve savaş… Soğuk Londra ile sıcacık Bosna karışımı bir hikaye. Grbavica’dan hemen önce veya sonra da izlenebilir belki.



2008

Kaptan'ın Sihir Defteri'ne Bir Çentik



Yeni bir “kışlık saray”ın merdivenlerine tırmanıyorum. Kerpiç duvarlar arasında büyümüş, ne üşümeyi ne de özlemeyi bilmeyen çocukların içinde başımda belli belirsiz bir uğultuyla geziniyorum.  Alışıyorum, alışıyorum, alışıyorum. Alışmak istemiyorum. Sesler, yüzler, kokular, şiveler, o muhteşem bilmezlik… Bana hayret ettirmeyi sürdürsün istiyorum. Sanki koyu kırmızı bir kan gibi içimde akan yalnızlığıma karışarak cesedimi ayakta tutuyorlar. Kime ne söylersem şikayetmiş gibi anlaşılması beni rahatsız ediyor. Şikayet etmiyorum. Sadece kendime yüksek sesle anlattığım şeyleri duyuyor onlar.

Onlar üşümeyi ve özlemeyi gerçekten bilmiyorlar. Dikkatimi çektikçe soruyorum:
-Üşüdün mü?
-Hayır.
-…özledin mi?
-Hayır.

Cevabını bilmediği sorulara ret cevabı veriyor buradaki çocuklar. Nazlanmayı, şımarmayı, onaylamayı veya tercih etmeyi de bilmiyorlar. En çok zorlandıkları durum: seçim yapmak zorunda kalmak. Hangisi? Sorusu kadar onları korkutan bir şey yok. Belki de bunun için hiçbir zaman birinci olmak istemiyorlar. Hiçbir şeyde. İkinci olup daha önce verilen cevabı taklit etmek kolayına gidiyor hepsinin. Sesleri hep kısık, yüzleri hep ürkek. Sırf bu yüzden şarkıları topluca değil tek tek söyletmekte ısrar ediyorum. Sınıfın ortasında, tek başına, kelimeleri yuta çıka bağırmalarını seviyorum.

Gülmenin ve ağlamanın abartılı halini seviyorlar. Bir kere güldürüverin, topluca krize girmeleri işten değil. Biri ağlamaya başlayınca da önlerindeki beyaz yaprağı ıslatmadan susmuyorlar.  Ne fikirleri sorulmuş, ne de herhangi bir temenni ile güne başlamışlar… Yemeğe nasıl çağrılıyorlar, giysilerini kim seçiyor, geleceklerine dair bir hayali benden önce hiç paylaştılar mı bilemiyorum. Bir şeylerin çabucak değiştiğini görmek istiyorum bazen, çok sabırsızlanıyorum. Beş çocuk annesi yaşıtlarımla yüzleştikçe şaşkınlıktan çok kızgınlık hissediyorum. Söylenecek çok şey var ama onlarla beraber gülümsüyorum sadece.
           
Anadolu, çocuklar, yoksunluk ve neşeli masumiyet… Hepsi çoktan klişeler mezarlığına gitmiş kelimeler. Fakat benim içinde olduğum, iliğimi titreten gerçekler bunlar. Maruz kaldığımız bazı gerçekleri (durumları)  aslında çok severiz. Herkes sever böylesi ayrımlarla. Mesela, “Zeynep kızım, derim kendime. Politik ve çelik sinirli olmayacaksan bu yakındığın ortamı sallamamalıydın. Buraya gelince, başka hayatları sadece merak etmekle yaşamak istediysen buralara gelmemeliydin…”

İnsanlar “sessiz ve derinden” bir isyanı teslimiyet sanabiliyor. Neşeyle yaptığın bir işten mide bulandırıcı bir trajedi çıkarabiliyorlar. Ardına bakmadan kaçma arzusu uyandıran fazlasıyla “iyi niyet” görebilirsiniz etrafınıza bakınca.

Benim için en önemli şeylerden biri yazmak. Nefes aldığım bir uğraş diye düşünüyordum. Ama ortam bütünüyle politik dümenler, arkadaş çevresinin (iktidar kaygısından uzak görünse bile) iktidarıyla sürüp gidiyor. Kimse ilişkilerdeki hatalarının bedelini ne duymak ne de yaşamak istemiyor. Kaldı ki kabullenmek… Burası mesele değil ama işte bu ilişkilerin bulaştığı edebiyat yüzünden ortalık leş kokmaya başlıyor. Berbat, laçka, sinsi, dümenci ve menfaatçi bir güruh. İşin kötüsü çevirilen dümenlere karşı savunma mekanizmasının o berbat silahlarla donatılmış olması. Saygıya değer, hayranlık uyandıran, bilgiden başkasına zaaf duymayan, neşe, heyecan ve güven veren insanlardan söz etmek fazlasıyla safdil olmaya dönüştü. Bu düşünceye yenilmediğimi söylemeliyim fakat neden söylemeden geçeyim.
 
Bugün okulda 7. sınıflardan birinde bulunmuş bir “aşk mektubu”nda yazdığı gibi:

“ Canım Sevgilim, senden bir şey rica ediyorum. Teneffüslerde ve beden dersinde koşma. Lütfen koşma. Sen düşünce ben de düşüyorum.”

Ben de kendime söylemekte tatlı bir direnç buluyorum: “ Koş ama düşme Zeynep. Hızlı koş, durmadan koş ama sakın düşme. Sen düşersen herkes düşüyor…”

2008


BAYAN LAZARUS'A NAZİRE / Zeynep Arkan



                                                      out of the ash
                                                      I rise with my red hair
                                                      and I eat men like air.
                                                                           Sylvia Plath

geçen temmuz ölüyordum sonra ölmedim
temmuz en uygunuydu uyuyup uyanmamanın
ölüm aydınlık bir şeydi karanlıkta ama ölmedim
uzun ve dardı sırt üstü metal olsa soğuk derdim
önümü arkamı görmeden sobeledim
ölümü biraz da böyle sevdim

on saniyede bir tik tak
sonra  Tıııırrrrrr  Tak! Tak!
beyni tarayıp geçen
öğretilmiş bilgileri bitiren bir temmuzdu
                                  -bitti -

doktor dediklerini çağırdım
Doktor Lecter* dedim hey doktor!
gel dedim sana Lecter! bak, ölmedim
belki evi özlemiştim
belki tutunmayı beceriyle yaşamaya
           -yaşamak beceri işi diye söylemedim-

duvar duvar üstüneydi kirişler verevine
koca mevsim hiç çiçek görmemiştim
çiçek benim neyimeydi, öldürmezdi beni yoksunluk
hayret etmeyi unuttum, gecenin günden farkını ve rakamları
bir basküle kuş olup konmayı bildim
her gece uykumu bölüp geleceği yeniledim
her sabah buna inanmayı

bazı numaralar kodlanmıştı ama çok kollamadan
hepsini yuttum doktor, yutkundum
ben böyle bildim kasdınızı
ezberden sayarım üstünüzü ve astınızı
hep hatırladım onca dalgındım oysa
otobüse bindirip el sallamaları
kafa sallamaları her tanışmaya
karşılıklı konuşunca buharlaşan havayı
önüme ölümü rakip
dirimi kavi kılmaları

hepsine tamam peki, bir dakika daha verin bana
her şeyi değil belki ama
eksik doğrularınızı tamamlarım
doğuyu tanımlarım
batı eksenli sarmalanmış çöpleri kapılarda

derledim topladım tam köprülere başlamışken
bir Deli Dumrul, deli deli tam dumrul
geçişsiz ve isteşli her fiilde deli
geçişli ve isteksiz her köprüde Dumrul
bir ev neydi, neredeydi, tam önünde durdum
kendini vuran bir hedef tahtası tam on ikiden

ne ilâcı seven ne bir dişe gelen
küllerin içinden bir kızıllığa ölüm dersen Lecter
sırasını savmıştır

                                     
*Dr. Hannibal Lecter


Kasım 2006 / İkrar

FOXTROT / Zeynep Arkan



                                                                 kısa-kısa-uzun-kısa
                                                                     
Balkondan Sivas’a selam!
Arkamda Amasya, sevdiğim sen olmasan...
Ankara altı saat, Adana on birmiş, hişt!
Desem herkes bakar burada
Benim memleketim de tam o kadar
Tanıdığım tüm yüzlerle aramda
Sadece bir hişt! var.

Aramızda ne var, beni affet
Ancak tanışmışız, bitiremiyoruz anlata anlata
Anlattıkça borçlanıyorum sana, ne desem ne desem
Borcum yok benim bu düzene, düzenin de çarkına...
Sen sor bana, uçakları ben düşürmüyorum
Oturuyorum odamda, gemiler yürüyüp gidiyor
Dumanları tütüyor, benim kanım hep sıcak
Her seferinde ilk duyduğum yalan kadar
Bildiğin şiir kadar, içimizdeki eğri kemik
Yani şiirlerden de fazla
Yapraklar kadar çok, karıncalar kadar çabuk
İnanıyorum sana, Türkiye’nin ucunda bucağında

Karşıdan yel esiyor her nerede yürüsem
Bu kocaman yaylada rızık bulan bunca can
Yaşar gibi yapıyor, eski bir kanun gibi
Kadınlar kollarını sıvayınca toprak ve hamur
Birbirine karışır beş çocuklu yuvada
Bir sihirbaz yok burada, ne sanat ne zanaat
Duvarına “Gavat Bush” yazan köylü tarlada
Keyfe keder konuşup hiç canını sıkmaz
Bir turist görse silahını kollayıp
Topraktan taş çıkarır, bir de taştan suyunu
Bir işsizlik oyunu, oynamakla tükenmez
Ne sorgu ne de sual, katmer ekmek ve ayran
Dokuz karın doyurur bu yemekle her akşam

Can yoldaşım dedim ya
Bu sükûnet, bu huzur
Genzime takılıyor seninle konuşunca
Parçalanmış kamyonlar, canhıraş bir kavga yok
Çıldırmış sirenler yok, herkeste delice bir neşe
Her yerde ve her şeyde
Bilmemenin sevinci.


(birçok anlamıyla birlikte denizcilik sinyali olan foxtrot, "hareket edemiyorum, benimle irtibat kurun" anlamında mors alfabesiyle kısa-kısa-uzun-kısa şeklinde ifade edilir.)

2007