12 Nisan 2014 Cumartesi

GECEYİ DUVARIN ÖTESİNE BAKAN MERDİVENDE GEÇİRMEK*

“Bu evrende sözcüğün gerçek anlamında kendi gölgesinden kurtulan (kendi kendini aşıp geçen) gerçek, saydamlaşarak gözden kaybolmaktadır.”
                      Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard, Doğubatı yay., s.155

“Kitleyi, kitle iletişim araçlarının dışında bir yerde aramak boşunadır.”
                                         Sessiz Yığınların Gölgesinde, J. B., Doğubatı, S. 33

1974’te internet henüz icat edilmişken Altman ve Taylor, öne sürdükleri Sosyal Penetrasyon Teorisi’(1)nde insanları derinliği ve genişliği olan soğan katmanlarına benzetir.  Buradaki derinlik, bireyin bir konudaki bilgisinin çokluğu, genişlik ise bireyin hayatına dâhil edilen konuların çeşitliliği anlamına gelir. Sosyal penetrasyon teorisi kısaca der ki, başkalarıyla daha çok vakit geçirmek istiyorsan onlara kendinle ilgili daha çok bilgi vermelisin.  Fakat insanlar arasında bir filtre olmalıdır; patronuna bir dostuna açıldığın gibi açılmamalısın. Mahrem alanına dâhil ettiğin insan senin hakkında daha fazla bilgi sahibi olma hakkını da alır. Bu bilimsel teori, maliyet-ödül bağlamı içerisinde ifşa düzeyinin, ilişkinin geleceğini belirlediğini savunur. Süreklilik teminatı olmadan karşılıklılık esastır. Kazanımı veya tahribatı üzerine gerçek deneyimler göz ardı edilmiş olacak ki, daha sonra kendini ifşa (self-disclosure) faktörünü öne çıkarmamış ve kendini ifşayı daha çok cinsiyet, ırk ve kökenin etkili bir biçimde engelleyebileceğini açıklamışlar. Bu geri çekilme her önünüze gelene kendinizi açmayın anlamına da gelmekte. Bir terapistiniz varsa ne âlâ.


Tam olarak kırk yıl sonra internet sayesinde Kendini İfşa, insanın kendini görünür kılmak adına sahip olduğu tüm yöntem ve imkânlar dâhilinde çok farklı bir boyuta taşındı. Bireyin kendini açmak istediği kitleyi, kendini ifşa biçimini, samimiyet derecesini, kimliğini, vereceği tüm görsel ipuçlarını özgürce seçebildiği bir teknolojik gelişme açığa çıktı. İnternetsiz iletişimin, mikrofonu kendi seçtiği insana uzatma lüksü sona erdi. Radyo ve televizyon nesli edilgenliğin anahtar teslimini yeni nesillere aktaramadı.  İnternetle birlikte iletişimi belirleyen alıcı ve gönderici artık herkesti. “GÜNÜMÜZDE HERKES ÜRETMEKTEDİR.”

İnternet sayesinde mesaj hızla alıcısına ulaşır, eşzamanlı bir karşılık açığa çıkar. İçerik tamamen insanın kendisidir. Erişilebilir bir varlık olarak insan şimdi’den ve şimdi’ye denk düşürülen geçmiş örneklerden ibarettir. Aynı zamanda sıkça kontrol edilemez, akılcı olduğu şüphe götüren bir diyalog yönteminin içine dalıvermiştir.
 Kısaca sosyal medya diyeceğimiz bu ortam, kullanıcının tüm sermayesinin kendisi olduğu bir deneyim sağlar. Sosyal medya eşzamanlı, sürekli ve etkileşimli iletişim demektir.  Sosyal medya insanı, geleneksel medyanın tüm kısıtlayıcılığından arınmış durumdadır. Herhangi bir marka veya şirket geleneksel anlamda reklam veya haberler sayesinde var olma savaşı verirken sosyal medyada herkes kendini temsil etme fırsatı bulur. İnsan veya marka, artık reklamın kendisidir. Bu bir ilerleme değildir, bu bir gerileme de değildir. Bu bir değişimdir.

Kendini açma, kendi üretimini veya üretilmiş olanı paylaşma imkânı insanın kendini gösterme, var kılma çabasına dönüştü. Görünür oldukça sosyal bilimcilerin deyimiyle “Çevresel farkındalık” geliştiren insanoğlu sosyal medyayı çabucak sindirdi. Mesajlar, ortam ve seyirciler tamamlandığında sosyal medya insanını kimse tutamaz oldu. Sosyal fobilerle bezenmiş kullanıcılar bile kendine yer bulma, öznelliğini ulaşılabilir kılma arzusuyla doldu. Çünkü her istek bir ihtiyaçtan doğuyordu.

Herkes sonunu hazırlayacak olan arzuya şiddetle yaklaşma ihtiyacındadır. Gerçeğe ait sıradanlığımızı silmek için ihtiyacımız olan ne varsa ona özgünlüğümüzü katmaya hazırız. Kendi sahnemizde anlam üretme imkânı, bizi diğerinden ayrı kılacak o “anlam”ın peşinde olmak; bize “YARATICILIĞINIZ VE ARZULARINIZ BİZİ İLGİLENDİRİYOR” diyen her şeyi meşru kıldı.

Sosyal medya tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öncelikle Facebook ve Twitter ile tanımlanıyor. Kişisel blog kullanıcıları da azımsanacak bir düzeyde değil. Türkiye’de 30 milyon Facebook, 7 milyon Twitter kullanıcısı olduğu açıklandı. Twitter kullanıcısının daha az olmasının sebebi, Twitter’da kullanıcıdan beklenen üretimin çok çeşitli, hızla yön değiştirmeye açık, daha özgün performanslar gerektirmesi olabilir. (24 bin takipçili @TheMime gibi hesapları içine katarak söylüyorum.)


Kurumsallaşmış bir “stalking” ortamı olarak tanımlayabileceğimiz Facebook, gösteri toplumunun temel işaretlerini taşıyor. Türkiye’de ilk kullanıcıları ilgi duyduğu cinsle tanışmak ve mezun olduğu okuldan arkadaşlarını bulmak şeklinde amaçları olan iki gruptan oluşuyordu. Zamanla kullanıcı ağı genişleyen Facebook, ilkokul arkadaşlarımızı bulup ilk nostaljik heyecanı atlattıktan sonra onlara ne “göstereceğimizi” bize öğretti.  Mutlaka “paylaşmak” zorunda olduğumuz hayatımızda bize ait olduğunu düşünmek istediğimiz ne varsa gösterdik. Yer yer parasosyal ilişkilere de dönüşen yapısıyla Twitter gibi Facebook da hızlı değişimlere yol açtı.

“HAYALETİN YENİDEN OLUŞTURULMASI GEREKMEKTEDİR.”

 “350 milyon aktif kullanıcısı ile Facebook bir ülke olsaydı Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın en kalabalık 3. Ülkesi olurdu.”
Facebook sayesinde en mutlu, sorunsuz çiftler, en pürüzsüz anlar, en mükellef sofralar bizi bir oyuna davet ediyor. Yaşadığımız hayatı temsilen seçilen o gösteri unsurları Guy Debord’un gösteri mesajı hakkındaki yorumuna tıpatıp uyuyor: “Görünen şey iyidir; iyi olan görünür.” 
Oysa hiçbir şey göründüğü kadar iyi değildir. Facebook, bizi görünür kılmak için bizi değiştiren ne varsa onların sahibi olmaya kararlıdır.
Teknolojinin toplumun her kesiminin kullanımına sunulması, artık o toplumu eski toplum olmaktan çıkarır. Kendini istediği biçimde gösterme fırsatı bulmuş insanlara bu fırsat ne hissettirmiş olabilir? Dünyanın büyüklüğüyle karşılaşıp kendi küçük dünyasına döndüğü anda mesela? Yine de bir ilkokul öğrencisiyle bir profesörün Facebook’ta kendini gösteri unsuruna dönüştürme çabası temelde aynıdır.
 Facebook sayesinde çok hızlı giden bir trende etrafı görmesi imkânsızlaşan yolcular gibi koltuklarımıza yapışıp kaldık. Ölüm ilanlarını “Beğen” tuşuyla okunmuş kıldık mesela. Bize sıradanlığımızı unutturacak tüm seçenekleri tüketmek üzere üretmeye devam ederek kurtuluşa ereceğimiz ümidiyle yaşadık. Her ne kadar, Guy Debord "gösteri toplumunda, kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür" demiş olsa da.

Twitter ise, Türkiye’de pek de heyecanla karşılanmamıştı.  “ Ne yaptığımı neden yazayım ki” sorusuyla şüphe uyandırdı ve üye olan herkes ilk anda “ben ne arıyorum burada” duygusunu mutlaka tattı. İlk kullanıcıları tarafından geleceği olmayan bir yenilik olarak tanımlandı. Yıllar geçtikçe insanlar şaşkınlıkla Twitter’ın gücünü izlediler. Kitleleri harekete geçirme etkisini kabullendiler. Türkiye’de 7 milyon kişi Twitter’ı nasıl kullanacağına dair ikna olmuş duruma geldi. Nasıl ki Facebook ilkokul arkadaşını bulmaktan ibaret değilse, Twitter da ne yaptığını yazmaktan ibaret değildi. Geniş kitlelere hızlı ve kolay ulaşmanın bir yolu oluverdi. İnsanlar arasındaki sosyal, kültürel, ekonomik biçimde kurulan mesafeyi ortadan kaldırdığı için tatlı bir heyecan yarattı.
İlk denemede kısıtlayıcıydı. 140 karakter sınırı çok tepki çekse de “ping –pong mesajlaşma” adı verilen hızlı iletişim keyif vermeye başladı. İnsanlar kısa ve etkili cümleler kurmanın, uzun uzadıya e-mail’ler yazmak yerine birkaç cümlelik mesajlarla hızlı dönütler almanın hazzını sevdiler. Çünkü hepimizin çok acelesi vardı.


Twitter, ilk önce hayranı olunan insana ulaşma, onun paylaştığı her şeye her an şahit olma gibi içinde hayal kırıklığı da barındıran bir lükse kavuşturdu insanları. Daha sonra gazetecilere, yazarlara, oyunculara, devlet başkanlarına, siyasetçilere, meslektaşlara, troll’lere… İlgimizi çeken kim varsa kolayca ulaşabileceğimiz bir yerde bizi buluşturdu. Bu kadar geniş, katmanlı, akışkan, hızlı, değişken bilgi doğal olarak dezenformasyonu da yanında getirdi. Kurgu, montaj, yalan içerikli haberler, manipülasyon, anonim hesaplarla girişilen hesaplaşmalar…
Mikrofon yerine hoparlör kullanmak isteyenler gibi kriz anlarında kendini ifşa modunu arttıran kullanıcılar sayesinde yer yer kaos ortamına da filiz vermeye başladı.


Şimdi ise televizyondaki bir haber programının altyazıyla haber aktaran hızından daha yavaş olmayan bir gündem tazeliğine sahip Twitter. Takip ettiğimiz kullanıcılar ne kadar objektifse o kadar objektif olabilme seçeneği var. Bu yüzden fikirlerinden hoşlanmadığımız insanları da takip etme, fikirlerine ulaşabilme kolaylığı sunarak bilgiye dört koldan ulaştıran, insanın sinirlerini çelikleştiren, yer yer laçkalaştıran bir yönü de mevcut.



Yayınevleri, yazarlar, editörler, şairler de kendilerini temsil etme fırsatını sosyal medyada buldular. Okurla karşılaşma, tanışma, kaynaşma, hesaplaşma, uzlaşma gibi ulaşılabilir olmanın tüm yönlerini sosyal medya sayesinde deneyimlemiş oldular. Eski iletişim biçimlerindeki haliyle okur ve yazar, yazar olmak isteyen okur ve yazar arasındaki mesafe hızla kapatılmış oldu. Hiyerarşiyi yok eden bir hız ve doğrudanlık sayesinde eser de bir tüketim nesnesine dönüştürüldü. Tüm sosyal medya kullanıcısının temel ihtiyaçlarının başına Wi-Fi geldi oturdu.
Edebiyat dergileri de hızlı ve etkili yayılımın gücünü keşfedip dergilerini satın alıp okuyan insan sayısından daha fazla yani daha tembel bir kitleye Twitter sayesinde hitap etmeye başladılar.
Twitter dönüştürülebilir yapısıyla tam olarak yanlış denemese de amacından sapmış kullanımlara da yol açtı. Edebiyat ve şiir heveslisi olan bazı insanlar şiirin yalnızca internette üretilir, sosyal ilişkilerle geliştirilebilir bir şey olduğunu düşünmüş olacaklar ki çok kolay görünür olmanın şiirle bağlantısını kurcaladılar. Bu bakış açısıyla Dunbar sayısına riayet eden herkes şair olabilirdi. Bio yazmayı bilmek ve matematik…

"ESKİDEN DELİLER DİLSİZDİ."

Şiir, Twitter’da gökten yere indi. Burada bir sorun yoktu aslında. Sonrasında koca ciltli kitaplar, yüzlerce mısraa sahip ölü veya diri şairler birkaç kelimelik mısralarla dolaşıma sokuldu. Çoğunlukla da eksik veya yanlış biçimde yayıldılar. RT denen eylem ile bir eseri okuma zahmetinde bulunmadan Googling veya yazılmış bir tweet aracılığıyla görülen şiiri yayma girişimleri sıkıntı verici hale geldi. Roman, hikâye ve şiiri öğrenmek için, bir şairi veya yazarı tanımak için Twitter doğru bir yer sayılmaz. Twitter, birden çok amaca hizmet eden, bu sebeple neredeyse amaçsız bir yerdir. 



Her tweet, bir haber düzeyinde kitlelere ulaşırken farklı bir tarz, bir imaj ve bakış açısı edinmiş kullanıcılar, ünlüler ve troll’ler takipçi sayılarını hızla arttırdılar. Troll’ler, anonim hesaplar ve olmak istediği kişi gibi görünen tiplemeler gündeme hakim, paylaşımcı, sürekli online ve aktif kaldıkça Twitter kullanmanın temel esaslarını yerine getirmiş oldular. Diğerlerine göre daha pasif olan kullanıcılar ise çemberin bir tık ötesine çıktıkları anda gördükleri manzara karşısında ne yapacaklarını düşünüyor halde olabilirler.
“BU MUAZZAM BİR İÇİNE GÖMÜLME SÜRECİDİR.”

İnternette yayınlanan bir araştırmaya göre narsistler ve düşük benlik saygısı olanlar sosyal medyada çok daha fazla vakit geçiriyor. Aynı zamanda sosyal medyada fazla vakit geçirenler diğerlerinin kendisinden daha iyi bir hayat yaşadığını düşünüyormuş. Gerçek bir mutluluk veren hayatın sanal dünyaya sırtını dönmesi durumu.

Twitter’daki anonim hesaplara değinmek gerekirse; çoğunlukla gizemli, eyvallahsız, sözünü sakınmayan, cesur ve patavatsız bir imajı var anonimin. Çünkü bilinmeyen kimliği bizi ondan uzakta, güvende tutuyor. Bazen nefret söyleminin yılmaz bir neferi haline gelebilecek kadar gözü kara olabilen anonim bazen de doğruyu söyleyebilmenin ancak maskeyle mümkün olabildiğinin ispatı. Sakin yaradılışlı, kendi halinde insanların da tercihi olan anonimlik, muhalefette kararlı ve samimi olan bireyin kendini içine attığı kaygan bir zemin de olabiliyor. Düşmanlık beslediği insanlara karşı, itibarsızlaştırmak, karalamak için açılan hesaplar da mevcut. Anonim hesaplarla meselesi olanlar için şunu söyleyebiliriz: yüz yüze iletişim kurmanın imkânsızlaşması üzerine, yüz yüze iken söylenmesi mümkün olmayan sözlerin sarf edilmesine sebebiyet verebilirler.

 Sosyal medya kimsenin ahlakını değiştirmez. Herkes sahip olduğu ahlak anlayışı içinde kendini nasıl göstermek istiyorsa o şekilde var olmanın yolunu bulur. Her kullanıcı kendi oluşturduğu imgeler dünyasında canlandırdığı kimlikle, vermek istediği haberlerin kaynağıdır. İnsanları Twitter’dan doğruya, iyiliğe, ahlaklı olmaya çağırmak kadar doğru, iyi ve ahlaklı davranmak da önemlidir. İyi biri olmak, üzerinde sürekli konuşulması gerekecek kadar gizemli bir şey değildir. İyi, ahlaklı, düzgün biri olmak dayatılamaz, reklamı yapılamaz, dolayısıyla satılamaz bir şeydir. İyilik bir politik malzeme olamaz. İyilik gizli bir işbirliği içermez, iyiliğin kuşatıcılığı yok etmek üzerine kurulamaz.  İyi sadece iyidir. Mutlaka görünmeye ihtiyaç duyan şey iyilik değildir.
Sosyal medyanın gösteriye dönüşen “duyarlılık” evrilmesi ile başı belaya girmiş durumdadır. Örneğin Twitter, kan bağışı, ilik bağışı duyurularına en az ilgi gösterilen bir yere dönüşmüştür. Bir kan bağışı duyurusu binlerce kez RT edilmesine rağmen, “hiç kan bağışı yapılmadı” şeklinde açıklama yapılmıştı. Çünkü kitleler RT yaparak kan bağışını duyurmanın gereğini yerine getirmiştir. Herkes gidip gerekli kanı verecek olan o “son” insana ulaşana dek RT yapar gibidir. Kimse “o insan benim” diye düşünecek durumda değildir.

“KİTLE BÜTÜN TOPLUMSAL ENERJİYİ YUTTUĞU GİBİ, ONU YANSITMAMAKTADIR.”

Sosyal medyada açığa çıkan çok yönlü enerji yıldırıcı ve pasifize edici yönüyle tehlike arz ediyor. Diğer yandan linç kültürü gelişen insan kalabalıkları üretmeye de devam etmekte. Karşıt görüşteki muhatabını alt etmek adına eline ne geçerse kullanan internet kullanıcıları müthiş bir dezenformasyona ve bıktırıcı tekrarlara düşüyor. Bu haliyle sosyal medyaya ara vermek, ara vermeyi düşünmek, hesapları bir süreliğine dondurmak vb gibi davranışlar son derece normal insan tavırlarına dönüşüyor.

“Normalleşme” kaygısı taşıyan kullanıcılar bir yana, “İnternet” tıp dünyasına yeni yeni hastalıklar kazandırmaya devam ediyor. Çoğu henüz bilimsel hastalık listesine girmemiş olan bu hastalıklar bilhassa toplu taşıma araçlarındaki insanlarda bariz semptomlar gösteriyor. Bu hastalıkların en yaygını telefonunu elinden bırakamama, telefondan uzak kalamama durumu olan Crackberry. Anlaşıldığı üzere Blackberry’den türeme olan bu bağımlılık, telefondan uzak kalınca endişe, bunaltı ve aşırı depresif tavırlar sergileme şeklinde özetlenebilir.
Photolurking, bu kelime internette tanımadığı insanların fotoğraflarına saatlerce bakma durumunu tanımlıyor. İnternette rastladığımız ve hiç tanımadığımız insanların fotoğraflarına merak duyarak bakmışızdır. Fakat yabancıların fotoğraflarına bakma işini abartıp saatlerce bakmadan duramıyorsanız siz bir Photolurking bağımlısısınız.
Cheesepodding, müzik tutkusunu abartmış insanların dinleyemeyeceği kadar çok müziği sürekli indirmesi ve dinlemese bile müzik indirmeden duramaması hali. Bu bağımlılık belki de Youtube’dan sıkılma belirtisiyle başlamış ve önü alınamaz hale gelmiştir.
Hikikomori, Japonya kökenli bir bağımlılık olduğu için Japonca bir kelimeyle ifade edilen Hikikomori, birçok ailenin ocağını neredeyse söndürmüş durumda. İnternet yüzünden odadan bile çıkamama halini anlatan bu kelime ayrıca yemek yeme vb gibi temel ihtiyaçları erteleyecek duruma gelmeyi de kapsıyor. Sosyal dışlanma, yaşanan başarısızlık veya ayrılık gibi etkenler söz konusu olsa da bazen nedensiz biçimde ortaya çıkan sosyal çekilme, internet dışında hiçbir şeyle ilgilenmeme durumu çok ciddi bir bağımlılık olarak tıbbın ilgi alanına girmiş durumda.
Hikikomori’ye göre daha hafif bir bağımlılık seviyesi Siberhondrik, hastalık hastası kişilerin hastalığını doktora gitmek yerine Google’a sormasını içeriyor. Google sayesinde Siberhondrik’ler baş ağrısından yola çıkarak uzun bir araştırmadan sonra kendilerini kanser olarak teşhis edebiliyorlar.
Bu bağımlılıkların yanına ekleyebileceğimiz Ego Sörfü, yani arama motorlarına kendi adını yazarak sürekli kendini internette arama hali; Youtube Narsisizmi, kendini videoya çekerek sürekli Youtube’da paylaşma hali, Google Alerts’i sadece kendi adını vererek kullanmak gibi şair ve yazarlara uzak olmayan egosantrik bağımlılıklar da bulunmakta.

Son olarak “Sosyal medya (Facebook, Twitter) yakınlarınızla ilişkilerinizde kötü, fakat uzaktan ilişki kurduklarınız için iyi sonuçlar doğuracaktır” diyen New York Times ‘tan Clive Thompson’ın  5. Eylül.2008’te yayınlanan yazısını ilgilisinin dikkatine sunmak istiyorum. (Yazıyı Google’da Brave New World of Digital Intimacy başlığıyla arayabilirsiniz.)



“Sosyal medyaya katılım büyük bir öz-farkındalık yaratır” diyor Thompson. Şunu da ekleyelim: 

“Duygu ya da düşünce konumunu gözden geçirmek için sosyal medyaya birkaç gün mola vermek modern çağın felsefi hareketi haline gelecektir.”



-          Metnin içindeki büyük harfle alıntılanan her cümle Jean Baudrillard’a aittir.- 




*Bu yazı Hacı Şair dergisinin 6. ve son sayısında yer almıştır. Derginin son sayısı internetten yayınlanmıştır.





31 Mart 2014 Pazartesi

Dümdüz Olmayı Dileyen Bir Dağ, Ayşe Sevim Şiiri

Ayşe Sevim’in ikinci şiir kitabı İşlenmemiş Suç, Ekim 2013’te (Merdiven yay.) okurla buluştu.  Kitap 33 şiirden oluşuyor. Şiirlerin geneli bir sayfayı aşmayan hacimde “minor poetry” diye adlandırabileceğimiz bir yapıda. Şiirlerin isimleri de genellikle tek kelimeden oluşuyor.

Evden dünyaya, içeriden dışarıya doğru bir şiir yazıyor Ayşe Sevim. Evin tekdüze alışkanlıklarından bunaldıkça masalsı bir dünyanın içine dalarak orada nefes alan bir kadın&anne gibi.
Louise A. Hitchcock, Helene Cixous hakkında  “Yazmak ona bir “sözcükler ülkesi”, evden uzakta bir ev yaratma imkânı sunar”* der; aynı cümleyi Ayşe Sevim için kurabiliyoruz. İlk bakışta görünmeyen dünyanın ardını görebileceksek eğer, Ayşe Sevim bize onu çağırmaktadır.

Sevim şiirinde ikamet eden unsurlar belirttiğimiz gibi içten dışa imge üretimi ile çeşitleniyor. Kurduğu anlam bağlantıları gerçeklik duygusundan uzaklaşıyor ama karmaşa ve kaostan uzak bir dili var. Ve sıklıkla masalsı düzlemini güncel öğelerle tamamlayan şairin öznesi her şeyi nesneye dönüştürebiliyor:

Hem üç poşet çocuk sesi almıştım bakkaldan (mutlu son, s.20)

O gün sevgilim bir aşk gibi siyahtın  (fotoğraftaki mezar, s.48)

Salonun ortası kocaman bir yara izi (işlenmemiş suç, s.50)

Sanatta gerçekçiliğin esas alındığı Hegelyen görüş ile Ece Ayhan’ın kurgusallığı şart koşan bakışı arasında Ayşe Sevim kurgusalın yanında. Ürettiği şiir gerçeğin anlamını yırtıp altından çıkan parçayı malzeme yaparak kuruluyor. Şiirinin dilini radikal biçimde gündelik dilden ayırıyor. Belirli konuşma biçimleri kullanmıyor. Kendi hakikatini dile getirirken özgürlüğünü ön plana alıyor.

Özne-nesne arasındaki ilişkide “ben” sürekli yeniden üretiliyor İşlenmemiş Suç’ta. Aynı zamanda nesneleri de imge ile gerçeklik arasında bir yerde yeniden adlandırma göze çarpıyor. Dilin şiirsel imkânlarıyla, gerçeklik algısını belirli sınırlardan kurtarıp şiirde gerçeğe dair çokboyutluluk katılıyor.
İmge ile gerçek arasındaki ilişkisi icatlar üzerinden yürüyor Sevim’in. İcatlar, Derrida’nın deyimiyle biraz şansla biraz araştırmayla üretilen şeylerdir.**

Bir kedi hop deyip atlamıştı ruhumuza
Matematik defterleri gibi kare kare miyavlıyordu  (böcek ilacı, s.30)

Ağrı kesici tabletinden bir hadis çıkarıp çayla içtik  (böcek ilacı, s.31)

Bu mısralardaki imge, kurgusallık maddi dünyamıza hızla sokuluvermiş bir etkiye, anlamsal zenginliğe  sahip. Bizim için ulaşılabilir olan şiirde gerçeğin temsili yerine geçen imgeler…  Ayşe Sevim şiirini bütünüyle bu gözle okuyabiliriz.
Şiirde yeniden tanımladığı haliyle şair artık dizginlenip biçimlendirilmiş bir benliğe de işaret ediyor.  Hürriyet, İsyan gibi kelimeler geçmişin içinde kalıvermiştir artık.  Kayıtsız kalamadığı şeyler, şiirinin amacını besliyormuş gibidir. Hayati talepler, zorunluluklar, aşırılıklar şairin kendince bir düzeye yerleştirdiği biçimiyle yeniden şekil alıyor. Hür adlı şiirinde (s.37)bir tür biyografik hesaplaşma, maruz kalınan, dayatılan yaşamsal kalıplara teslim olma vurgusu var:

halbuki ben otuzumdan önce
dünyanın üzerine sprey boyayla “isyan” yazacaktım
sonra bir şey oldu
kırışık giderici kremleri hayatıma sürüp
dümdüz bir yaşamı sımsıkı giydirdiler
emniyet kemerleriyle boğmaya çalıştılar beni
bağırdım
ocağın altını kısar gibi sesime dokundular
işkence izlerime bak: taksitler ve krem rengi koltuk takımı

Dizginlenip biçimlendirilen ben’in isyan duygusundan çözülüşünün şiirinde aşılmış ve sonra yeniden içine düşülmüş bir düşünce gibi umutsuzluk, insani korkularla bütünleşmiş tedirginlik ve pes etme görüyoruz. Modern hayat kazanır ve şair kaybının farkındadır.

Ayşe Sevim’in aslında çözümsüzlükten, güçsüz kalmaktan şikâyet etmeyen, bunları kabullenen bir şiiri var. Alışılagelmiş olanla hesaplaşmasını dervişane yapıyor. Yaşanılan her şeye karşı belli bir anlam ve hakikat arayışı içinde olmayı bırakmıyor. Sloganlar yok, daha derine ait bir güven içinde edilmiş sözler var:

ben bilmiyor muyum gidecek başka Allah yok (ayraç, s.47)

halbuki sevgili
savaşta vurulduğunda
yanına gelen Tanrı değil mi? (sözlük, s.45)

Sevim, şiirlerinde bomba, gam, depresan, siyah güneş, özür gibi isimler kullanırken yüzü hiç karartmayan şiirsel içerik mevcut. Yazmaya başlarken içinde biriken, yığılmış olay, karakter ve olağanüstülükler şiirde silinmemek için var olmuş gibi. Başkalarının buzlu cam arkasından seyrettiği şeyleri, donuk ve insana uzak ne varsa atmosfer değişikliğine sokuyor sanki.

başörtülü kıza
filmlerdeki Türkçe altyazılar gibi yaşamadığı için
ertesi güne giden otobüste de yer vermediler
başörtülü kızsa –ne yapsın- ürettiği fikirleri
mutfak çekmecesindeki bıçakların yanına dizdi
keki çırparken kabartma tozunu bulamayınca
iki A4’lük cv’sini ekledi    (cv, s.59)

Cv şiiri bir devrin; yaşamın merkezinden itilmiş, iş ve eğitim hakkından mahrum edilmiş başörtülü kızına yazılmıştır. Başörtüsü sebebiyle hor görülen kadınların şiiri azdır. Başörtülü kadının yeniden hayata karışmasını memnuniyetle karşıladığımız bu günlerde, o yasaklı günlerin bedelini ödemiş kadınların kullanılmasına izin verilmeyen cv’lerini hatırlamak, tarihsel hafızayı canlı tutmak adına da güzeldir.

Ayşe Sevim şiirinin kederi, kendini kurban edişi, özür dilemeyi bilişi, iyi, sade ve basit olanı yüceltişi, adım atmaya yüksünmeyişi, ihtimallere karşı ümidini hiç yitirmeyişi, karanlık çağa aydınlık masallar anlatır. Yüksek Doz (s.34) şiiri tam da böyle biter:

dilenciyle dua eden aynı şekilde açıyor ellerini sevgilim
“dümdüz olmayı dileyen bir dağ” hastalığı varmış bende meğer


* Kuramlar ve kuramcılar, Louise A. Hitchcock, s.168, İletişim yay. 2013
** Edebiyat edimleri, J. Derrida, s.78, Otonom yay

(Bu yazı Hece dergisinde yayımlanmıştır.)




ORADA MERHAMET VARMIŞ/ Zeynep Arkan *

                                                                                            Uçmaklara uçanlara uçuşa
                                                                                            Bu çok fazla

İlk sendin elini tutunca ayakları yerden kesilen
Hep aynı kalmanın laneti üzerinden gitti
İlk uçuşundu ya da kaçıncı acemiliğin
Yüzünü aydınlatan güneşe sırtını dönerek döne döne
Yine yüzün sonra sırtın ve yine
Yükseliyordun uzaklaşıyordun gidene benzemiyordun
İstiyordum, devam etmeye devam etmek
Sağlam ipler, metal zincirler, bol güneş
Yolun tozu kalkıyor, tepelerde üç çeşit kuş
Havalanıyorlar bütün, büyük, büyülü
Orada merhamet varmış, uçuşunu izleyen

Kadim dinlerde ölümden sonra uçar, kayıp bir dil gibi ruh
Rüzgâra kapılıp gitmenin gök katında bir anıtı
Çırpınışın tutsağı, hologram gösterisi
Bir rüyada her şeyin sonunu özetleyen

Zamanın karşısına alıp bir rüyayı koy
Çirkinse de koy yitmişse de bir unutuşla
Kanlı kavgasında dünyanın, kalbinin yedeğini al
Kabuğunu kırmasın diye her dokunan eliyle
Uzakları koy, çok uzakları, sabah uyanmayı kolaylaştıran
Kış bastırınca odaya kapatan hafta sonlarını koy
İçinden kolay çıkılmayan bir rüya olsun geriye doğru say
Uçak radarlarına takılan kuşları topla sürüsüyle boy
Bir uyurgezerin hazırlığı gibi toy
Çünkü düştün uçmakla kurtulacağın o yerde

Çünkü düştün
Bir intihar süsü gibi güneşe karşı asılmış temiz çamaşırlar
Çünkü düştün
Çin porseleni gibi sözlerin hiç akılda kalmadı
Çünkü düştün
Yağmurla biten bir piknikten kalmış gibi çürüdün
Pencereni kapat, sonsuz kızaran günbatımında
Harfleri çözeceğiz, biten rüyalarda yaşayan.


* Sompla Ka dergisinde yayımlandı. 



24 Mart 2014 Pazartesi

savaş inancı

"herkesin her an olabileceğine inandığı bir savaşın olmasına gerek yoktur. çünkü bir olay olma özelliğini yitirmiştir."