6 Ocak 2013 Pazar

bREAKİNG aND eNTERİNG




Estetize edilmiş şiddet veya lezzet alınan acılar üstüne filmlere ara verip Breaking And Entering’e rastlamak büyük şans. Türkçe’ye “Hırsız” diye çevrilmiş Breaking And Entering (2006) hakkında bir şeyler söylemeyi fazlasıyla modern ama hala iyi kalmaya yönelik izler taşıdığı için istedim. Suçluluk veya dürüstlük kavramlarına yönelik önemli göstergeler içeriyor film.

İnsan ve davranışları bu filmin başlıca konusu. Olayların gelişimi oldukça yavaş ilerlerken sıkılıyoruz başta ama sıkıcı bir hayatı izlemek elbette sıkıcıdır. Film, yarıdan sonra aşk, heyecan, macera üçgeninde sürüp gidiyor. Aslında sadece aşk, acı gerçekler ve hayat arayışı içinde geçiyor, gerisi sos. Canınız çeksin diye söyledim.
 
Kuzey Londra’nın nerdeyse gözden çıkarılmış bir bölümünde kurulmuş mimarlık ofisi son derece modern bir hangardan daha ötesi. Dekora bayıldım, Green Effect, doğayı ve yeşili her türlü betona iğreti ve yapay olmadan sokmaya çalışan bir oluşum. İki mimar ( Martin Freeman, Jude Law) ve ekibinden oluşuyor. Şehir mimarisi üstüne çok bilinçli çalışmaları var GE’nin. Filmden sonra gerçekten de Kuzey Londra, eski Harlem bozması çehresini tamamen kaybetmiş gibiymiş. (Yapımcı Anthony Minghella’nın yalancısıyım. Minghella, Soğuk Dağ ile duygu dozu abartılı ve eski moda gelmişti ama Breaking And Entering ile terazi kefesi dengeleniyor. )



Ofise yeni taşınıp yerleşmişken giren damdaki kemancı cinsi hırsızlar; mimarların laptop’larını çalmasa çok da fazla bir şey kaybetmiş olmayacaklardı. Bir defa girmeleri neyse de ikinciye girip de Apple laptop içindeki özel aile fotoğraflarının kopyalarını bırakmaları ne kadar ince düşünceli gençler olduğunu gösteriyor. Aslında ince ve loser olan sadece Mirsad. Evet, Müslüman bir Bosnalı kadının oğlu. Anne Amira (Juliette Binoche), savaş sonrası Londra’da terzilik yaparak geçimini sağlıyor. ( Yeri gelmişken Minghella, fazlasıyla Apple reklamı yapmakla suçlanmış. )

İki aile, iki çocuk, iki ayrı hikayenin çakışması gibi basit görünen bir hikayeye dayalı filmde kırılıp dökülen, yıkıp geçen ne ise, her şeyi daha iyi hale getiren bir şey aslında. Cennet’in kapısını kırarak içeri girmek gibi.



Filmin giriş kısmında “I saw my lady weep” tadında “ Enough, enough, enough” diyerekten yuvarlanıp giden film, ofisi soyulan mimarlardan birinin ofiste gece bekçiliği de denebilecek nöbetlerinden birinde ivme kazanıyor. Mimarın (Will – Jude Law)  geceleri ofisi kollarken söyleştiği fahişe, filmin en önemli renklerinden biri. Vera Farmiga son derece başarılı bir oyuncu. Bir fahişeye nispetle fazla zeki olması gerçeklik duygusundan uzaklaştırmıyor yine de. Bir gece hırsızlardan biri geri dönüyor ve fark edilince kaçmayı deniyor. Hırsızın yakalandığı söylenemez ama evinin kapısına kadar gelip terzi annesinin kapıdaki telefonunu alan mimarın hayatını ne şekilde değiştireceğinden haberdar değil.  Aslında hiç kimse her şeyi bitirmesi beklenen bu başlangıcın herkese bambaşka bir hayat doğuracağından da haberdar değil.
   
Bundan sonrası çok ilginç. Çaresizlik, suç, hırsızlık, aldatma, çalma, sevme, yalan söyleme kavramları alt üst oluyor. Filmde de söylendiği gibi her şeyin sonunda, başta suçlu sayılan adam dışında herkes suçlu oluyor. Adam bir bebek kadar masum aslında. Bu kadarı da fazla mı? Belki. Ama açık sözlü olmaktan vazgeçmeyen her modern gibi şansını deniyor ve hayat kırdığı her şeyin daha güzelleşmesine yardım ederek devam ediyor.
   
Film üstüne söylenecek şeyler çok daha fazla. Göçmenlik psikolojisi, aşkın statü yıkıcı tarafı, hırsızlık, sevgi, ebeveyn olma, otizm, yalan, aldatma, şehir ve mimari, Bosna tarihi ve savaş… Soğuk Londra ile sıcacık Bosna karışımı bir hikaye. Grbavica’dan hemen önce veya sonra da izlenebilir belki.



2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder