19 Ekim 2013 Cumartesi

Cİ / Nazmi Cihan Beken

Cemiyet kendi başı
Üstünde bir cihanın*

Nazmi Cihan Beken'in Ci adlı şiir kitabı Dedalus yayınlarından Aralık, 2012'de çıktı. 

Gündelik hayatın dilini kullandığı terimlerle birleştiren, amacı deşifre etmekten daha çok kendi dil düzeyini, yeni bir bilinci oluşturmakmış gibi görünen bir şair Nazmi Cihan Beken. Aracısı çağrışımlar olan bu şiirler doğanın, şiirine egemen olan evrenin zenginliğini taşıyor.  Cihan ve Dünya üzerine beyan edilmiş yer yer katı, somut; yer yer yorum soyutluğunda çifte anlamlar içeriyor. Öncelikle Cihan, Dünya içinde korunaklı ve çok öznel bir yalnızlığı simgeliyor.  Ev, oda, mahrem alan vurguları Ci’nin hareket alanları. Sırf bu yönüyle bile Beken'in Dünya'sını Sami Baydar'ın Dünya'sına denk düşünmekten kendimi alamıyorum. 

“pencere açılmasından kaçındığım için/iç hacmin aydınlatılmasında/mum kullandım”  Ci, S.83
“okulla ev arasında/yapayalnız bici bici akşamları” Masal Kulübelerinden Birindeyim, S.38
"aynı odada/uzun uzun/konuşamayacağız/bir daha" Obalar Caddesinde Kaza, S.24

Ci, Dünya üzerine düşündüğü, gözlediği pek çok şeyi (tuhaf ve toplumsalı belirleyen şeylerden uzak olsalar bile) tıpkı kendinden bahsedermiş gibi doğal ve kolaylıkla bahsederek şiire sokuyor.
“Bireyin bilimini yapamazsınız” der Eagleton (Kuramdan Sonra, s.75), Nazmi Cihan Beken kendi bilimini yapıyor. Zooloji, antropoloji, tarih ve medeniyet, ilkel ve modern, ansiklopedik olanın yanında derin şiir bilgisi ve görgüsü bir arada okuyucuya ulaşıyor. Spot ışıkları tutulmuş gibi, yalın, öznel, kendinden başka bir şeyi açıklamayan unsurlar şiirin kemiğini oluşturuyor çünkü.
Duyuları dolayımsız biçimde Dünya üzerine söylenmiş incelikli sözlerle ifade edilir gibidir. 

"şiirlerle içimde/yanıp bir insan oldu" Kubh Kubh Kubhiyyat, S. 64

Kapağında yaşamsal pratiklerini kabuğunda (Dünya'yı) taşıyan kaplumbağa çizilmiş bir kitap Ci. İllüstrasyon Melih Tuğtağ'a ait. Kırmızı iç kapağı ve cep boyutuyla pratik, kolay okunabilir, güzel bir ilk kitap.

Kitabı okuduktan sonra oluşan ilk izlenimlerim bunlar. Yolu açık olsun. 



*Tam Anlamlarıyla Gün Sürümünü Tam Anlamlı Döndüler, S. 50






10 Ekim 2013 Perşembe

ÖZNENİN TAHTTAN İNİŞİ*


                                                             Sonra bir şey daha vardı anlamadığım:
                                                            Yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
                                                            Ben, yani Yakup
                                                            Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
                                                            Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi                                  
                                                            Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
                                                                              Çağrılmayan Yakup – Edip Cansever

               Foucault’a göre “ Aynının Kahramanı”(1) olan Don Kişot; yel değirmenlerine karşı verdiği savaşta bulduğu işaretler ve her an yenilenen kodların şifresini bulacağını düşünmekle geçirdiği süre içerisinde harcadığı emek ile “benzer” olanın sınırlarından çıktığı için kahraman olmuştur. Halk mizahıyla aşağılanmıştır, belki bazılarınca renkli bir kolaj olmakla sınırlandırılmıştır ama “özdeşliklerin ve farklılıkların” yani modernizme ait şeyler arasındaki bağın çözümünde dilin hükümranlığını alet edinerek farklılığını açıkça gözler önüne sermiştir. Karnavallaşmıştır.
Benzer olanın sınırlarını en çok o sınırları geçen bilebilir. Don Kişot, farklılığını aleladelikten alır. Fakat sıradanlaşmanın sınırlarını deliliğin sınırsızlığıyla yıkıp geçmiştir. Nasıl olsa sıradanlık, bir delinin asla imtina etmeyeceği bir şeydir.
Bir şairin de dünyaya olduğu gibi saygı duyma zorunluluğu yoktur. Hatta dayatılmış, onaylanmış, aynılaşmış olana karşı, dünyayı değiştirmekten uzak bir şekilde ona saygı duyup, boyun eğmesi mümkün değildir. Bu tavrın tersi, dünyanın (şiirin) merkezine kendini koyan şairin Don Kişot’un aksine, benzerlerinin sınırlarını yıkmadan  “aynı”laşması olur. Oysa kahraman oluşun sırrını bilen şair -nasıl bildiğini bilmese de- sıradan oluşun sırrını da bilir.



Sıradan, orta çapta, vasat olmak benzerlerinden ayrıldığında değişiveren bir özelliktir. Benzerleriyle birlikteliğin silikleştirdiği her ne varsa, tek olarak diğerlerinden ayrıştığında son derece dikkate şayan bir nesne haline gelir.
Kendini gösterme biçimini kendi seçen özne artık sıradan değildir. Sabit sınırlar veya kategorilerden uzaklaştıkça sıradanlığın yok ediciliğinden kurtulabileceğini bilir. “Bütün siyasi kötülüklerin temelinde “başka”yı “aynı”ya indirgemenin yattığını düşünür.”(2) .O’nu olduğu gibi algılamamıza engel olacak şekilde tekil, ters istikamette, Araf’ta, değişime açık, merkezsiz, eklektik ve akışkandır...
Zaten dünyayı bütünüyle “olduğu gibi” bilme iddiamız Eagleton’a göre kavrayışımızın her zaman taraflı, partizan bir yorumlama meselesi olduğu kadar, dünyanın kendisinin de belli bir oluşu olmaması nedeniyle boş bir hayalden ibarettir. (3)
İnsan hayatının ufkunu bütünüyle kuşatabilecek bir bütünsellik, rasyonalite, bir üstdil ya da insan hayatının sabit bir merkezi yoktur; hiyerarşik olarak düzenlenmesi ya da “ayrıcalık tanınması” imkânsız ve dolayısıyla kendilerine ait olmayan iş görme biçimlerinin dokunulmaz “başkalığına” saygı göstermeleri gereken bir kültürler ve anlatılar çoğulluğu vardır yalnızca.

“Ben” in sınırlarında dolaşan şair bir yerden sonra tüm hiyerarşik kategorilerden sıyrıldığında ötekini “çözümleme” adına dillendirir. Artık hiyerarşi değil “başka”lığın çözümlemesi vardır. Diğerine ait özne hiyerarşik bir kategori oluşturmaz.

Dünyayı göstermek istediği sorunlardan yana, yaratmak istediği karakterden yana çevirebilen şair, artık yel değirmenlerinin değil dev plazaların içinde gündüz mesaisinde savaşan kahramanların olduğunu göstermeye başladığında “benzer”lerinin sınırlarını zorlayan Aynının Kahramanları’nı yeniden ve yeniden yaratmış olur. Modernizmin hiyerarşik “ikizlik”(4) motifi silinip gider. Dünyanın gidişatını değiştirmeyecek kahramanlar olarak ezilmişler, küçümsenmiş kadınlar, onuru kırılmış erkekler, yoksulluktan beli bükülenler... Sadece bunlar değil; her gün işine nefretle giden sekreter, doktora tezini hazırlamak için kendini eve kapatan genç, çağrı merkezindeki müşteri temsilcisi, akşam yemeğinde ne pişireceğini düşünen ev hanımı, her gün doğum yaptıran ebe, köşe başındaki market sahibinin oğlu... Bütün bu sıradanlığın yaşandığı dünyada yazılan şiirin içinde, geri çekilen şairin yerine geçen birer özne olarak varolduklarında şiirin çokseslilik imkânı boy vermiş olacaktır.   

          Bakhtin’e göre “Ben-öteki ilişkisi, öznenin bir başka özneyle ve öznenin bir başka özne aracılığıyla kendisiyle ilişkisi meselesidir.
Dolayısıyla da bu yaklaşım biçimi, Bakhtin'in daha geniş bir bağlama sahip olan özne kuramının temel ögesidir. Buna göre ben, bir özne olarak kendi değerimi, ancak öteki ile, yani başka öznelerle ilişkilerimle belirleyebilirim. Bu bağlamda özne, Bakhtin'e göre hem Etik hem de Estetik bir varlık olarak anlaşılır ve değerlendirilir. Eyleyen özne, aynı zamanda yaratan bir özne olduğu için de bu böyledir. Eyleyen ve yaratan özne, sorumluluk sahibi olmalıdır; çünkü Bakhtin'ci anlamda sorumluluk, öznenin öznelliğini fark etmesi ve bunun gereklerini üstlenmesidir.

Bahsi geçen sorumluluk duygusu, şairin şiirde geri çekilerek öne sürdüğü her ne olursa;  o kahramana (şeye) ait bir şekilde oluşur. Öne sürdüğü kişi bizzat tecrübenin kendisi olan şiir ile başkası olma deneyimi arasındaki paralellikle birlikte bize kendini gösterecektir. Şair şiirde başkasına ait bir bilinci tümüyle “kişilik olma kapasitesi” bakımından herkesle eşit bir konuma ulaştırabilir. Mesela “ezilenler”in üretilmiş karakterinin yansımasına denk düşecek bir şiirde buluşma zorunluluğu duyduğunda,  onları ötekileştirmeden, nesneden özneye dönüştürdüğünde,  onların değişimin nesnesi değil bizzat öznesi olduğunu gösterdiğinde son derece yüce bir sorumluluğu yerine getirmiş olur. Var olmuş bir “dünya”nın dile gelmesi için şair kendi öznesinin saltanatına son verir. 
Hayatın, ortama bağımlı çok sayıda ve çok çeşitte bulunan şekillerinin birlikte varolduğu üzerinde düşündüğümüzde diğerine ait bir özneyi öne sürmek şair için, belirlediği sınırın yine kendince ihlal edilmesiyle kendi öznesinin apoletlerini sökmesidir.
Kahramanın tahtı artık boştur. Artık herkes sadece 15 dakikalığına değil, bir şiirde boy vermiş kahramanlardır. 


Sıradan Ve Benzersiz:

Klasik destanlardan bu yana çok tanım değiştiren “kahraman” özne, modern şiir çerçevesinde “şair-özne”, günümüze baktığımızda bunca çeşitlilik içinde daralıp genişleyen anlamda çoksesli, çokdilli yani kendi adına konuşma imkânını elinde tutan bir öznedir. Bakhtin’e göre şair kendi söylemini doğrudan kendisi üstlenir. (5) Dolayısıyla şiirde çoksesli bir çabanın şairin kendi sınırları dışına çıkamayacağından mümkün olamayacağını ileri sürer. Bakhtin’in kastı tamamıyla lirik şiir olsa da şair kendisi dışında her şeyi şiirde nesne kılmıştır ona göre.
Bakhtin’in romanda bulunduğunu öne sürdüğü “ülkücü kahramanlar” yazarın söyleminin nesneleri değil, “kendi öz söylemlerinin ayrı birer özerk taşıyıcısı”dırlar.
Bu yüzden “ Bakhtin Dostoyevski’yi gerçek çoksesli romanın yaratıcısı olarak görür. Onun romanının temel ilkesi söyleşimdir. Kişilerden herhangi birini, insan doğasını, toplumsal bir tipi, ruhsal bir özyapıyı simgeleyen belirlemeler ağı içerisinde, “O” zamiriyle belirlenen ayrı bir kişi yaratmak yerine, kişiyi kendisiyle konuşulan bir “Sen”e dönüştürür.
Yazar onu belirlemek yerine, sorgular, kışkırtır, dinler.
Dolayısıyla, bir başkasının bilincinin –bir nesne olarak değil özerk bir özne olarak- olumlanması romanın içeriğini belirleyen  etik-dinsel postüladır (bütünleşmemiş bir bilincin mahvoluşu). Yazarın dünya görüşüne ait bir ilkedir bu ve yazar karakterlerinin dünyasını tam da bu noktadan kavrar. Vyaçeslav İvanov’a göre “Kahramanlar ötekini gönülden olumlayamadıkları, “Sen Varsın” diyemedikleri için mahvolurlar.” (6)

Oysa şiirde başkasının “Ben”ini kendi öznesi yerine koyma tercihi; her türlü tecrit edilmiş kimlikten tedirgin olmayan şairin gözlem gücü, beyin kimyasının yüksekliği, kendi kahraman kimliğinden feragat etmesi gibi unsurlarla açığa çıkacağından şiirde de diyalojik bağlamla karakterler yaratılır. Şiir dehası, yetenek ve benzeri (yukarıda bahsi geçen) birçok unsuru beraber anmamızı gerektirecek bu çaba mesela Akçaburgaz’lı Yekta’yı Turgut Uyar’dan bağımsız olarak düşünmemizi sağladığında başarıya ulaşmış olur. 

Diyalojik, dolayısıyla çokdilli bu şiirlerde kişiliğiyle, yaşantısıyla, sözleriyle kusurlu olanı mükemmel bir “oluş”la açığa çıkarır şair. Böylelikle ancak şair-özne ilişkisinde kurulmuş bağı sürekli ve sonsuz yıkmaya dayalı bir çaba bizi şiirde çoksesliliğin imkânına götürür.

Omuzlarım kesik kesiktir, nasırlıdır
Her zaman bir ölü vardır omuzlarımda
O kadar ölü vardır ki her yanımda benim
- Ölüler içindeyim ölüler içindeyim -
Örneğin bir bardak su içsem bir ölü kayar şuramdan
Su içmeyen bir balık gibi kayar
Ölülere takılmış bir uçurtma gibiyim
Biraz öyleyim.
                Cenaze Kaldırıcısı Adem – Edip Cansever

Cenaze Kaldırıcısı Adem, soğuk bir gerçeklik olan ölümü içselleştirmiş, böylelikle sıradanlığını tüm benzerlerinden ayırarak ilginç kılmış bir ses. Onun yaptığı iş, bir gün başına gelecek olan şeyi başkalarının başına geldiğinde gerekeni yaparak unutmaktır. Ölüleri yıkayıp kefenleyerek para kazanır. Ölülerin üzerinde bulduğu eşyaları her zaman teslim etmez, genç kız cesedi gördüğünde içi gıcıklanır, bazen gördüklerini karısından bile gizleyerek karanlığa gömer.
  
Bir karım, iki çocuğum, dört kişiyiz /Kimseler bizimle konuşmaz /Mahallede kahveye çıkmam, anlarsınız /Giderek alıştım içkiye de /Demin de söyledim ya, iyi adamımdır /Benden kötülük gelmez

Yaşadığı topluma karışamayan, yaptığı işin tuhaflığını günlük pratiklerinin tümünde hisseden “ölülere alışmaya mecbur” edilmiş bir adamdır Adem. Edip Cansever Cenaze Kaldırıcısı Adem’in var oluşunu, sıradan ve benzersiz oluşunu onaylamaktan ziyade ona bir ses vererek onu onaylamamızı –ya da varlığına inanmamızı- kendisinin bizzat şiirin öznesi olarak sağlamasına imkan vermiştir. Tıpkı Turgut Uyar’ın yaptığı gibi taraf tutmaz:

- Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni. hangileri haklı hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi, ya benim yaşamam
                                                                (Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur)

Akçaburgazlı Yekta şiiri, Uyar’ın geri çekilerek bu sıradanlığa kendi varoluş, Yekta oluş imkânını sunduğu bir şiirdir. Onu tüm günahı ve sevabıyla “bir insan” olarak bize kendini anlatma gayreti içinde görürüz. Bu gayreti yadsıyamadan Yekta’yı suçlar veya mazur görebiliriz. Yekta’nın var oluşuna, insancıllığına, aykırı duruşuna ve yıkıcılığına kayıtsız kalamayız.    
Belki tümüyle sınırsızlık ideali yoktur ama sınırlarla mücadele vardır şiirde. Şiir, “duyarlığın en saf, toplum tarafından en az lekelenmiş biçimiyle devreye girebildiği tür” (7) olduğundan sınırları şair tarafından belirlenmiş müthiş enginlikte bir alandır. Şiirin alanına kendisini  “O” zamirini yüklenerek diğer yandan bizimle konuşmasını sağladığı bir “Sen” oluşturması şairin, aynılığa indirgenmemiş her bir özneye yaşam alanı açmasıdır. Yıktığı saltanatın yerine dipsiz bir tasarım, tarafsız bir duruş, metafizik derinliği olmayan ama oldukça yoğun bir gerçeklik veya gerçeksizlik duygusu yani garantisiz hakikatler koyar. Negatif bile olsa her özneye sahici bir kahramanlık sırası gelmiştir.

Şiir daima Nietzsche’nin deyimiyle “büyük öğlen” yani o korkunç ve tam aydınlanma vaktini işaret eder yaşadığı toplumda. Gerçekler onları gören gözlerin sayısı kadar fazladır. Şairler tüm bu gerçeklere tam aydınlanma vaktinde bakabilme şansını yakalayabilirler.  

Yaşadığımız çağda ise Şair’in özne olarak çıktığı tahttan inip “Sen Varsın!” dediği ve bize bu oluşu gösterdiği her kimse veya her şey, var edildiği andan itibaren şairin kendisi kadar ölümsüz olma arzusu taşıdığını bizlere ispat edecektir.
Her biri tıpkı öldürülemediği için ölümsüz olan Unamuno (8) karakteri gibi.

.........................................................................................................................................



1-      Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler , (Temsil),  Çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge yay, s.83.
2-      Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı (Giriş), Çev.: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay. , 2004, s. 285.
3-      Terry Eagleton, A.g.e. s. 279
4-       İkizlik Motifi; modern edebiyat dâhilindeki tanımıyla bir yandan yazarın anlatının yaratılması sürecinde aslında yazdıklarına dönüşmekte olduğuna vurgu yaparken, diğer yandan da yazarın kendisini kişisel olarak tanımayan insanlar tarafından ister istemez yazdıklarından ibaret kılındığına işaret eder. İkizlik Motifi tarihsel anlamda; Hz. Ali’nin kılıcı Zülfikar, Hz. İsa’nın taşıdığı haç “+” , Eski Yunan’da tapınak kapılarında kullanılan sağ ve sollu hayvan+bitki figürleri, İkizler burcu gibi örnekleyebileceğimiz semboller şeklinde rotasyonel yönetimi işaret eder. Daha sonrasında ise “çift başlı tek kartal” motifi, merkezi iktidarın ikizlikten tek el’e doğru geçiş aşamasının sembolü olmuştur. 
5-      Kubilay Aktulum, Metinlerarası ilişkiler, Öteki yay. Mayıs- 2000, s.29
6-      Mihail M. Bahtin, Dostoyevski Poetikasının Sorunları, Metis Eleştiri, s. 54
7-      Terry Eagleton, Edebiyat kuramı, Ayrıntı Yay. 2004, s.74
8-      Miguel de Unamuno (1864-1936), Çağdaş İspanyol düşünce ve edebiyat adamı olan yazarın Sis adlı romanında anlatılır:
Roman kahramanı Augusto Perez’i öldürmeye karar veren yazar ile aralarında geçen diyalogda Perez şöyle der: “ Hayır, hayır, hayır, ölemem ben! Yaşayan, var olan kimse ölür, bense varolmadığıma göre nasıl ölebilirim? Ölümsüzüm ben! Tek ölümsüzlük benim gibi ne doğmuş ne de var olmuş bir yaratığın ölümsüzlüğüdür...”

(Miguel de Unamuno, Sis, Çev.: Behçet Necatigil, Bilgi Yay., 1970, s. 245)

* Hece dergisinde yayımlanmıştır.

Kısa Bir Tuleytula Rüyası*



“ –Nihayet karanlık Bir kuytuda uyku tulumunun içine girmiş sigara içiyorum.  Kulağımın dibinden enseme buz gibi soğuk bir hava dilimi vuruyor. Sigarayı hızlandırıyorum. Camı kapayınca gelen, ve tulumun içine büsbütün girince gelen o ılıklık uykuyu çabuklaştırıyor. O delice içine doğru çabaladığım Endülüsün, hemen bir zar kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin, kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya varıyorum.”
                   San Sebastiyan 1972- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, s. 72, Beyan yay., 1990


Rüyasını anlatan kişi, rüyaya ihanet edermiş. Anlatıcı, rüyanın dünyasından kopamadıysa rüyanın içindeyken ihaneti yaşar. Eğer rüyadan koptuysa rüyaya gölge düşüren kelimelerin yetersizliğinde rüyayı hakkıyla anlatamaz. Her rüyada karanlık bir yön kalır. Ben size Tuleytula rüyamı anlatacağım. Karanlık yönlerinin “günün parlak ışığı altındaki” hallerine öykünerek.

Tuleytula, Toledo’nun Arapça ve orada yaşayan Müslümanlarca kullanılan adı. Bana göre de Bachmann’ın tinsel başkent ifadesinin karşılığı, Tuleytula. Başkentliğini Madrid’e kaptırmış olsa da görüp tanıdıktan sonra bizi hayata bambaşka biri olarak iade eden masalsı şehirlerden biri.  Dışarıdan bakınca bütünüyle koruduğu yapısıyla bir tarih anlayışına sahip olmanızı sağlarken modern ve ölümcül hiçbir tuzağa yem olmamış gibidir. Yalnızca kendisinin temsilini taşır Tuleytula. Elimizden alınan demirden güllerdir. Bir uktedir.
Hakkında bu kadar güzel şeyler düşündüğüm bu şehirde en fazla bir saat kalabildiğim için hâlâ böyle hissediyor olabilirim. Sıcak bir bahar sabahında hızlı trenle (Renfe) Madrid’den Toledo’ya yola çıkmıştık. El Greco, Goya, Caravaggio’nun yanı sıra içinden nehir geçen bir şehir daha görecektim.  Bu, bir şehrin ölümünü geciktiren, değerini arttıran bir şey benim için.  Mağaralardan çıkıveren insanlığın bereketli hayat kaynağı; şehrin iç mekânlarından, gösterişli mimarisine kadar birçok unsuru belirleyen hayati bütünlük. Şehrin yüzüne anbean su çarpar o güzelim nehirler…

Biz de böylece nehirden, Tuleytula yani Toledo’ya girmenin en iyi yolu olarak ifade edilen Tajo nehrinin üzerinden kuzeydoğudaki Alcantara köprüsünden geçerek şehre girdik.  Köprünün girişinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hâkimiyetlerinin izlerini taşıyan simgeler bulunuyordu. El değiştiren hafıza bize kendini her parçasıyla sunuyordu.  En ufak bir işareti kaçırmadan gözlem yapmanın yolu fotoğraftan geçiyor. Bolca fotoğraf çektik. Bu yüzden uzun bir köprü yürüyüşü yapmış olduk.


                                                           Alcantara Köprüsü Girişi

Köprü bitip şehir başlayınca Arnavut kaldırımıyla döşenmiş merdivenli yokuş göründü. Yol kenarları ağaçlarla süslenmiş merdivenli yokuşta çeşitli halklardan turistlerle karşılaştık. O hafta oynanacak futbol maçı için gelmiş Rus gençleri bir köşede dinlenmek için oturmuş, takımlarının tezahüratlarını yapıyorlardı. Arada da Putin hakkında ileri geri konuşmayı ihmal etmediler. Bu gürültülü karşılama şehrin sakinliğine engel olamamıştı. Yokuş bitince daracık kıvrımlı birkaç sokak sonrasında önümüze çıkıveren şehrin büyük kapısında, eşikte bir heykel bekliyordu bizi: Miguel De Cervantes!




Sol eline bir kitap ( Don Quijote) sıkıştırılmış heykel, Cervantes’e teşrifat görevi vermiş gibiydi. Şehrin henüz turist istilası görmemiş saatinde, o tenhalığın ortasında Cervantes’e rastlamak dostane bir tavır oldu bizim için. Etrafta kimseler olmayınca eski bir dost gibi Cervantes’in koluna girerek fotoğraflar çektirdik. Bizi çok görgüsüz bulmamıştır umarım.
Zocodover Meydanına çıkar çıkmaz önce yemek yiyip sonra şehri gezmek ile tersini yapmak arasında bir karar vermemiz gerekti. Çoğunluk yemek yemeyi tercih edince damak tadımıza uygun bir yer seçmemiz rehberimiz ve arkadaşımız Laura’nın McDonald’s tavsiyesiyle başladı. Zaman makinesine binmiş gibi binlerce yıllık tarihin göbeğinde McDonald’s görmek bizi hızla çağımıza geri getirdi ve diğer yandan rahatlıkla et yemek isteyenler için tek alternatif haline geldi. Rüya burada bitiyordu. Rüya her anlamda burada bitti. Çünkü siparişlerin ücretini ödemek ve gönül rahatlığıyla gezimize devam etmek yol arkadaşlarımızdan Feyza için imkânsız hale gelivermişti. Sipariş sırasında ne olduysa olmuş, Feyza’nın pasaportu, cüzdanı, kimliği ve bir cüzdanda bulunabilecek diğer tüm şeyler yok olmuştu!
Siparişler ödendi, Zocodover meydanındaki masalardan birine oturuldu ve Feyza’nın gözyaşları Tuleytula’yı tamamen griye döndürmüştü. Elimizden alınan demir güller yetmezmiş gibiydi.  Kart iptalleri, Türkiye ile haberleşme, şaşkınlık, planlar… Tabii ki buraya kadar gelmişken Tuleytula karakolunu görmeden olmazdı.  O güzelim Arnavut kaldırımlı, kıvrımlı, daracık sokaklardan geçerek karakola vardık. Laura derdimizi şakır şakır anlatmış olsa bile karakoldaki polisler için vaka-ı adiye olduğunu anladığımız durum için şunu yapacaklarını anladık: hiçbir şey!
Apar topar Madrid’e geri dönmemiz gerekiyordu. Pasaportsuz elimiz kolumuz bağlı olduğundan o muhteşem istasyona geri dönecektik. Cervantes’le vedalaştık. Bu defa başı çok kalabalıktı. Bir turist kafilesiyle ilgileniyordu. Biz yanlarında çok görgülü kalmıştık doğrusu. Dönüş yolunda eski rüyama dair bir şey oldu. Merdivenli yokuştan biz inerken yukarı çıkan bir grupla karşılaştık. Başörtülü, gencecik, güzeller güzeli bir kadın önümde durdu. Böyle kardeşçe gülümseme görmemiştim. Nereden geldiğimizi sordu. O da Fas’tan gelmiş. Elimi sıkıca tuttu, ben de onu. Çok kısa bir an sohbet ettik.  Kendi gruplarımıza yetişmek için birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık. Yokuşun köşesini dönene kadar birbirimize el salladık. Bu çok güzel geldi.


Umutsuzluk içindeyken Laura’nın telefonuna güzel bir haber geldi. Pasaport bulunmuştu. Bir otobüs şoförü pek de rastlanmayan bir şekilde, yol kenarında bulduğu pasaportu alıp karakola bırakmış. Yani kısaca Allah’ın inayeti bize yetişmişti.  
Toledo’ya bulunan pasaportu almak için tekrar dönen Laura, dönüşte şehri gezemesek bile oradan bir hatırayı üzerimizde taşımamızı istediğini söyleyip bizlere meşhur Toledo çeliğini simgeleyen minicik kılıçlar hediye etti.  Bu olaydan aylar sonra Laura’nın diğer adının Malika olduğunu öğrenecektim. Müslümanlarla iç içe yaşayan annesinin sevgisinin bir tezahürüymüş bu. Tuleytula ve Laura Malika zihnimde çok kimlikli, çok kültürlü, çok renkli bir rüyaya aitler. Şehir olanda kan ve gözyaşı saklı olan bir rüya. Kısa sürmüş bir rüya.

* Kuyudaki Koro, Temmuz/2013



31 Mart 2013 Pazar

Henüz Bir İsmi Yok...




HENÜZ BİR İSMİ YOK ÇÜNKÜ MÜKEMMEL OLMASIN* / Zeynep Arkan

Güzel şeyleri beklemek için koşmak gerekli
Oturdum bekledim, yürüdüm bekledim, koştum bekledim.
Güzel olsundu, güzel gelsindi, bekledim
Dedim şimdi bu masum ve iyi. Bu kalsın bana, azı çoğu olmaz bunun
İyisi ve kötüsü için günlerin
İyisi ve kötüsü için gecelerin
Bu bana kalsın dedim, gerisine inanmıyorum artık.
Bir musibete uğrayınca “bundan sonra” dersin
Bunu saymam, bundan sonra inanmam bir daha.

Esirgeyen ve bağışlayan
Tamamlayan ve kaynaştıran adıyla,
Sadece yalnız kalınca hatırlanan adını
Birlikte anmak için unut, kalbinde kalanları.

Soğuk ve karanlığın sahibi, aydınlığa kavuşturur kalbimi
Sabaha kavuşturur, felaha kavuşturur, kimi benden alırsa
Dilimde insan eksilten dua
Giden hep eksik bırakır, bir şiirde tamamlanır arzusu
Adı yarım kalan annenin duasında
Hep yarım kalan adımızla, adımını yarıştıran kullara
Söz vermişti dünya, kaldırıma çarpmazsam
Kendimi tek parça karşıya ulaştırsam
Verecekti yüzde yüz, tamamlanmış, beklenmiş
Lavaboda yüzüne soğuk sular çarpılmış
Uykusu uyunmamış, yemeği yenilmemiş
Sesi hiç duyulmamış bir kalbin gürültüsü.

İnanırsan masumca gelir
İnanırsan hesabı hep ertelenir
İnanırsan en güzeli hesabını bilmeyendir
İnanırsan belki tamamlanır
Eylül’ün akşamı ve odanın ortasında bir yarım anne.

Bir gün baş başa kaldık, oyuncaksız odada
Dedi ki: baş başa kaldık, bak dünya ne kadar oyuncaksız.
Odanın kapısı açık, yüzde yirmi beş şansını da kullandın.
Senindir cömert dünya, oyuncaksız olsa da.
Hangi kapıdan çıksam ikincisi açılır.

*Hece/ Şubat - 2013






KAĞIT RENKLERİ/ Zeynep Arkan *

Bütün ithafları kaldırdım şiirlerimdeki
Diyen Sami Baydar’a yanına ne aldın peki, diye soramadan gitmesini
Tavansız bir şadırvandan gökyüzüne bakarak
Hiç görmediğimiz kağıt renklerine yazdığını bilmedik.

Bizim ahkâmlarımız çoktur. Mesela bizde dünya da çoktu, isteseydi verirdik
İstemeden vermeyi bilseydik bir mandalinayı soyar gibi kolayca
Bir eli kırılınca diğerine bakarak düzelten
İlkel insanlardan çok ileride
Öyle çok ileride bir yerde, çok fazla
Uzaklaştıktan sonra anlaşılan bir mesafede çok yakından bakılınca hepimiz
Sağa sola fırlatılmış insan özetleri.

Anlattıkça kayboluyor anılar ve sanki yaşanmamış
Çürüyen bir makyajın altında da güzeliz
Dünyada bakacak bir yer yok, anılar kayboldular
Kare bir masanın etrafında Mahşerin Dört Atlısı
Çorbasını bitirip yemeğine geçerken
Ayağıyla merdiveni konuşturan bir adam
Dünyayı odasına asıp, pencereden bakmayan
Konuklarını yollayıp bakmamış hiç ardına.
Merzifon'da ahşap bir ev, içten merdivenli bir kalp 
En büyük değer, en küçük değer
En küçük değere ulaşmış ağır suçları.

Ne kadar çok acısanız da yüksekten bakan merhametiniz
Yüzüne söylenemez kelimeler için ölümü bekleyen
Bir kaçağı karanlıkta kıstıran korkudan daha derin
Kalpler yanılır ve yer bulamaz yanılmamışların yanında
Arzuların başlayış ve bitiş saatleri sizin ağzınızda
Yüzünü solduracak çiçeklerin gölgesinde uyuyan güzelliğin.


Bir zamanlar belki o da gülmüştü arkadaşlarıyla.


*Hacı Şair / Mart-2013





6 Ocak 2013 Pazar

ameliyat maşası


ameliyat maşası'nı iyi ki ameliyat geçirmeden önce yazmışım. yoksa şu halimle sadece şu mısraı yazabilirdim:

"ulan doktor! bu senin yaptığına ölümle korkutup ameliyata razı etmek denir..."

unutulmaz bir travmaydı efendim. hala her gece karnımı deşen metaller görmemin başka bir açıklaması olamaz. ama hayata ölümle dönmek pek güzel, pek şirin. ölümden dönmedim çünkü, kimse öyle olmuyor. ölümle dönüyoruz yine tıpış tıpış. 80 günde devr-i beden ettikten sonra hayata dönme çabaları ancak emekleme düzeyinde oluyor. insan ancak sevenlerinin yanında koştuğunu hissedebiliyor. oysa dimdik biçimde yürüyemiyorum bile, zoruma gidiyor doğrusu.

ilginçtir bu 80 gün içinde en çok özlediğim şey cenin pozisyonunda uyumak oldu. insan sırt üstü yatınca sürekli bir yerlerden düşebiliyor çünkü. evet evet tıpkı o his işte. saniyeler içinde açılan koca bir boşluk. günlerce o kucakta uyudum ben.

uyanmak istiyorum artık. sonra iyice kıvrılıp derin ve ameliyatsız bir uyku uyumak günlerce. evet depresyon bile olsa bu çağırdığım, bu hayattan itilip kakılmış hallerime çare olur belki.  depresif de olsa dimdik yürüyebilmek, karnımı tutmadan ayakta durmak, deliksiz uyuyabilmek, yeni izlerimle barışmak istiyorum.

seksen günlük isyanı tek başıma bastırdım çünkü ben, çok yorgunum be doktor. hem tıbba da inanmıyorum artık. kararsızlığınız  tam seksen günümü aldı, bana paha biçilmez nefesler verdi. şifayı verenin kim olduğunu, eğer istemezse kırk kapıdan döndürdüğünü ve istediğinde 1,5 saat içinde geri verdiğini iyice bildim ben.

size teşekkür ederim ama mümkünse artık görüşmeyelim doktor.

2009?

Dil İle Dünya Arasındaki Güzel Boşluk* / Zeynep Arkan


"Yol açıksa ilerleme.
Çünkü yolun açık olup olmadığını bilmemelisin.
Bilerek yola çıkma, yolda da bilme.
Otomatikman işin içinde ol.
Düşünmeden dövüşmelisin.
Düşünmeden dövüşmen gerektiğini bilerek de dövüşmemelisin.
Yolu açık olduğunu düşünürsen, onun açtığı yolu sen kaparsın.
Demek ki "kesin şu" yok! Demek ki sınırlama yok! Demek ki "şunu yap" ya da "şunu yapma" yok! Sadece yap. Demek ki "cesur ol" bile yok. Çünkü cesaret tersiyle birlikte bulunur. Düşmanın karşısında cesur olan, düşmanı bir bıçak çıkarırsa ya da şartlar farklı zorlaştığında korkağa dönüşür.
Fakat boşluğun zıddı yoktur.
"Ne cesur" olan "ne korkak" olur."

Bilge birinin ağzından çıkabilecek bu sözleri bir şaire söylenmiş gibi kabul etmek yanlış görünmediği için bir Uzakdoğu dövüş sporu olan Jeet Kune Do felsefesi öğüdüyle başladık. Bu öğütleri şiire yakıştırmamıza, boşluğa yapılan vurgu sebep olmadı sadece. JKD bir sokak sporu aslında ve içinde ne korku ne de cesaret barındırmayan yapısıyla, otomatikman işin içinde olma tekniğiyle son derece çarpıcı.

Boşluk ise her zaman boşluktur. Bu değişmezlik durumunu gerçekleştiren pek az şey var. Ölüm veya doğum gibi gerçekliklerin yanında analojiye gerek kalmadan boşluk değişmez rengini korur. Sadece ölümden daha sıcak bir beyaz. Belki de kara.

Her zaman sonsuz kaynağından çıkmaya hazır bir arzu gibi, sonsuz biçimde var olan bir şeydir boşluk. Aynı zamanda Turgut Uyar’ın:

“Sakın kapanma, dur, ey şuramda beni boşaltan delik
Ey büyüyen bir şey sakın durma, dünyada” ( Dünyada)

mısralarını akla getiriyor.

Delik, derinlemesine bir sonsuzluk hissine çağırırken; boşluk, düşünce ve kavramların silindiği, karşı karşıya kalındığında ayırt edici tüm unsurlarını yitirmiş, doldurulmayı beklemeyen, sınırları yatay veya dikey biçimde çizilmemiş bir şey. Delik; içine alan, oluşturan, sürekliliği ve hayatiyeti sağlayan iken, boşluk bakışın biçimini alandır. İki kelimenin arasında bile varolur. Her yerdedir. Şiiri gösteren, şiire dahil olan, şiirle ortaklık kuran, görmenin asli unsurlarını taşıyan bir parça. Hem fon hem de rengin kendisi.
Bakışın biçimini aldığını söylediğimiz boşluk aslen, en çiğ gerçekliğin bir parçasıdır. Şairin içindekileri-elindekileri boşaltması için mutlak gerekli olanlardan biri demek ki. Gerçeğin karşısında şair öylece kalıvermez, yapacak bir şeyleri daima vardır. Gerçek negatiftir ama şair onu nötralize edebilir. Bunun için en güvenilir zemin, beyaz kağıttaki boşluk yani el değmemiş alandır. Ölçüsüzlüğün ölçüsü bu boşlukta birikecektir. Kurgunun veya rastgele olanın temel malzemesidir.

Boşluk, bir “değişmezlik” durumu oluşturmadığı için çok değerli, çok bereketli ve elbette doğurgan bir kavramdır.

Enis Akın’ın altıncı kitabının adı: Güzel Boşluk (Yasakmeyve, 2008) .

Bizi imgeselden koparıp simgesel düzende oluşturulmuş bir kurguya maruz bırakan bu kitapta sadece böylesi (imge-simge) bir kafiye açığa çıkmıyor:

Enis Akın’ın kendi şiirinin somutça sentezine vardığı bir kitap, Güzel Boşluk. Beş yıllık (2003-2008) şiirlerin boşluk da dahil edilerek yeniden yazılması, daha doğrusu boşluğun daimi varlığını öne çıkararak –bir şiirde daima kelimeler kadar boşluk vardır-, okurun zihnindeki tüm boşluk seçeneklerini de boşluğu cisimleştirir gibi gözden geçirmesine imkan veren bir yeniden katıştırma projesi. Proje olarak önerisi, biçimsel bağlamda dağılmışlık, yapılandırılmamış bir bölümleme esnekliği de içeriyor.

Kolajlar, yer yer biçim değiştirmiş klişeler, ilginç formüller, anonim metinler ve parçalar, bir düşünceyi içeren imza sahibi -veya değil- metinler, daha önce yapılanmış bir söyleme bağlı kalmadan “yenilik” hissi veriyor. Boşluğun felsefesi üstüne çok şey söylenebilir. Bunların birazını da söyledik ama “kesintisiz bir zincir” olmayan boşluk’un referans olduğu kitabın, yıkıcı özelliği güçlü olan bir yeniye dair neler getirebileceği düşüncesini de es geçemeyiz.

Bir gayri şahsi düzene (gelenek de diyebiliriz) karşı çıkan yapısıyla bu şiirlerin keyfi, rastlantısal, deneysel veya plastik biçimde –her ne dersek diyelim- anlamsız gerçekliklere müdahale eder gibi, kurgusallığın mücessem halini sergilediğini görüyoruz. Artık hepimiz biliyoruz ki, okumak izlemek karşısında güç kaybetmiştir.

Görmenin etkisi okumaktan çok daha fazladır. Boşluk üstüne birçok referans (mısra-şiir) seçip yerleştirmesine rağmen Enis Akın, kitabın bazı bölümlerini “boş” bırakmış.Boşluk nasıl ki içinde atom barındırmıyor ve ışığı diğer tarafa kolayca geçiriyorsa bu kitaptaki işlevi de şiiri “içerde” bırakmak.

Boşlukta ışık, ilerlemek için maddesel hiçbir şeye ihtiyaç duymaz, boşlukta şiir de…

Kitabın göstergesi olan boşluk, bütün dilsel göstergeler içinde “bir şiirin” tamamını oluşturuyor. Hem şiiri hem de boşluğu böylesi somutlukla doldurmaya çalışması gerçekten dikkate değer.

Enis Akın, okuruna kuralların çiğnendiğine dair izlenimler vererek yarattığı aykırılıklar veya benzerlikler üzerinden; okura kolayca ele geçirilmez bazı fırsatlar veriyor. El yazısını, kestiği-yapıştırdığı resim-çizimleri, bizi de içine alabileceği kendi boşluğunu “göstererek”, görenleri yazının her zaman aydınlık olmayan bir tarafına çekiyor. Her türlü anlatıyı grafik simgelere dönüştürüveren bir aygıt düşünün ya da okunması imkansız el yazılarını. Bu hem kabul etmemiz gereken çok “kişisel” bir şeydir hem de o kişiliğin içine girilmesi imkansız konumunu da hatırlatır.

Kurgu; çarpıtan, mesafe koyan, belirginleştiren ve flulaştıran unsurların tümünü içerdiğine göre:

“çünkü boşluk en/çok yeni doğurmuş/bir kadının karnında/ağlar” ,

“boşluğu boş bir şey sanma k” ,

“boşluk/kendine sordu:/ ben kimim” ,

“(dirseğimi dayayıp boşluğa)”

gibi mısralar bize bu türden tecrübeleri yaşatır fakat şairin soyut olanı somutlaştırma girişimleri, zihnimizde çeşitli şekilde canlanırken çok insani bir şeyle, kurgusallığı yıkan bir mısra ile karşılaşıyoruz:

“bir göğüs boşluğunu ancak bir yürek doldurur”

Sarılınmış, abanılmış, dirsekle dayanılmış, yer açılmış boşluğa şair tarafından ayırtılmış çok güzel bir yer bu. Gerçeğin kalıntıları olarak elimizde kalan hoş bir ayrıntı.

Güzel Boşluk da öylece, boşluğu boş bir şey sanmaya izin vermiyor.

“çünkü boşluk en” mısraının devamını herkes kendince doldursa bile bu kitap Türk şiirinde yeni ve özgün önemli bir boşluğu dolduruyor.

* Hece Dergisi, Ekim-2008

Klişeden Kaosa Varmadan / Zeynep Arkan *


Sayın Şuara,
Sevgili Şiir Dostları

       Bildiğiniz gibi ilk insandan bu yana var olan şiir, sözcüklerin mana âlemimize tercüman olduğu müzikal bir şölendir.  Henüz bebekken çıkardığımız manasız sözlerden tutun da sevinç naralarımız, acı dolu inlemelerimiz bütünüyle şiire dâhil, şiir içredir.
     Gönül âleminin bu engin pınarı kurumaz sevgili okuyucular. Gönülden gönüle çağladıkça çoğalan, coşkusunu paylaştıkça arttıran bu zevk ve ahenk, sokaktaki adamdan fildişi kuledeki münevvere kadar aynı hislere sözcülük etmiştir, kıyamete kadar da bu vazifeyi ifa edecektir. Şiir elimizden tutar, şiir yüreğimizi ortaya koyar. Şiirsiz bir dünya meyvesiz bir sofraya benzer. Şekersiz bir baklava gibidir.
      Okurla buluştuğunda onunla hemhal olabilen ve bu hali uzunca bir vakit, hatta her istenen anda yeniden yaratabilen nadir sanatlardandır şiir. Yazıldıkça namütenahi yayılacak olan bu tecrübe şairin gözlem gücü ile etkisini kuvvetlendirecektir. Şiirle çıkılan bu keyifli yolculuk şairle yol arkadaşlığı etmeye kararlı her okur için tarifi imkânsız yani anlatılmaz yaşanır bir durumdur.

Yukarıdaki satırlar bütünüyle şiir hakkında bugüne kadar okuyup-duyduğum klişelerden oluştu. Şiire dair insana bir şey kazandırmayan bu ifadeler yanlış da sayılmaz. Katıksız klişe olup sayfalarca devam edebilecek bu ifadeler zihnimizi hareketsiz kıldıkları gibi anlam da iletemezler. Herkesçe malum olduğu kadar, kabullenilir olması mıdır bunları klişe yapan? Bu sanatlı ifadeleri yaratan zihnimiz olduğuna göre onları bu kadar kolay tüketen dilimiz klişeleştirmiştir. Bir başka deyişle klişe, sözü edilen hatta sözü çok fazla edilen kelimelerde ve bunların hep benzer şekilde dizilişlerinde yaşar.
     
Teraneyi terane yapan sadece dinleyeninin çok olması değildir. Dinleyenlerin sorgusuz sualsiz kabul göstermesi de değildir. Asıl mesele onay verilen teranenin yayılması için her zaman belli bir farkındalık içermese de çaba harcanmasındadır. Teranenin kullanımına çanak tutmak kalabalıkların görevidir. Bu yüzden teraneler kalabalığın malı ve bu yüzden de uzun ömürlüdür.
Azınlık ise kalabalık olmadan önce kendi teranesini henüz yaratmamış olandır. Ya da yaratılan teranenin etkisini kalabalıklar üzerinde yanlış şekilde denemiş olandır. Öne sürülen iddianın üstünde çok fazla ve tekrar ederek konuşmamış, üretmemiş olandır. İddianın tekrar edilmesi kabul edilmesini kolaylaştırdığı gibi fazlasıyla kullanıma açıldığında klişeleşme sürecine girmiş demektir.
Yenilik iddiasındaki her fikri klişe olmaya götüren yolda işte bu rağbetin süresidir belirleyici olan. Eski ve klişeleşmiş olana karşı direnci yeni bir klişeye dönüşene kadar devam edebilir.
Yeniliğe direnen hiçbir eski yoktur ki yeni olduğu dönemde bütün eskileri silmek istemesin. Yoksa iddiasızlık içinde nasıl var olacaktır?



Edip Cansever’in ifadesiyle “alışkanlıklarımızı kınayamamak”tır klişeye ömür veren etken.
Sözlerle yeni biçimler kurmaya kalkışmayı kahramanlık addeden Cansever, bu gayret için “sonu yok” demiştir. Artık nerdeyse tamamen biçimden ibaret tartışmalara zemin olan Türk Şiiri’nde, yenilik iddialarına yine en çok biçim üzerinden karşı çıkılmıştır.



İsmet Özel’in 1960’larda anlam itibariyle Türk Şiirine getirdiği özgün yenilikler bu yönüyle çabuk kabul görmüştür. Dil üzerinden değil ama anlam üstüne yaptığı deformasyon ile kişisel tepkilerini, değişime açık zihnin sürüncemelerini cesurca ortaya koymuştur. Bu yönüyle O, teşbihte hata olmaz ise, Garip şiirinin maruz kaldığı tepkilere maruz kalmamıştır. II. Yeni’nin dil ve anlama getirdiği deformasyonun etkilerini İsmet Özel’de üzerinden geçilip gidilmiş bir çaba olarak görebiliriz. Özel, sağlam deneylerle şiir okuyucusunun karşısına çıkmış, klişeleşme süreci bu yüzden gecikmiş ve kendini dil üzerinden yenileyen bir şaire dönüşmüştür.
Diğer yandan Özel’in fazlasıyla kabul gördüğü de iddia edilebilir. Özellikle İsmet Özel söylemi etkisi altındaki şairler tarafından çoğaltılan bir klişeye dönüşmek üzeredir İsmet Özel ismi. “Dil üzerinden yenilenme” derken bu klişeleşme ihtimaline dikkat etmek gerekir.



        Orhan Veli’nin Türk Şiirine dâhil ettiği gündelik hayat, o dönemde bir yıkım olan ama şimdilerde bir “nasır” ile anılan Garip şiirinin klişeleşme sürecini çabuk tamamlamış olduğunu düşündürür. Bütünüyle vezin, uyak ve klişe konulardan (gül ve bülbül diyalogları dediğimizde en meşhur klişeyi anmış oluruz) uzaklaştırılmış bir şiirle çıktığından, II. Yeni’nin ortama hızlı girerek yayılım göstermesini kolaylaştırmıştır. Her biri aslında bambaşka şiirler yazan II. Yeni şairleri tarihsel bir birliktelik içinde dil ve anlam üzerinde deformasyon çalışmaları yapmıştır.
Tüm bunlardan önce 1940 yılında Yusuf Ziya Ortaç Akbaba dergisinde şunları yazmıştır:
"Vezin gitti, kafiye gitti, mana gitti... Türk şiirinin berceste mısraı diye (Yazık oldu Süleyman Efendiye) rezaletini alkışladılar... Göğüslerinde cehennemler yanan sanat cücelerinin kınalar yakıp, ziller takıp şakır şakır oynadıklarını gördük! Sanatın darülacezesiyle tımarhanesi el ele verdi, birkaç mecmuanın sahifesinde saltanat kurdular! Ey Türk gençliği! Sizi bu hayâsızlığın suratına tükürmeye davet ediyorum!"  (Asım Bezirci, Orhan Veli,- yaşamı, kişiliği, sanatı, eserleri-, Evrensel basım yayım )
Bu sert eleştiri o dönemde, daha önce de söylediğimiz gibi II. Yeni’nin temellerini atmış bir şiirin gençlik tarafından çok sevilip sahiplenilmesini engelleyememiştir. Yenilik ve iddiayı “gençlik” daha kolay kabullendiğinden iddia ve yıkım düzeyi ne kadar yüksek olursa rağbet o kadar fazla açığa çıkar. Yeniliğin maruz kalacağı iki tavır vardır: görmezden gelme veya eleştiri, diğeri ise kabuldür. Anlaşılmayanın karşısında olma eylemi yeniliğe karşı mukavemet geliştirmeye yarar. Oysa şair okuyucusunu eğitebilen biridir. Karşılaştığı mukavemeti kıracak olan şairin eldeki malzemeyle “varyasyonlar” üretebilmesi şairi başarılı kılacaktır.  Yeter ki şairin çabası görmeye değer bir şey üstüne olsun.



Hüseyin Cöntürk’e göre her çağın dünden devraldığı şiirde az ya da çok sayıda klişe unsur vardır. Bu ölü unsurlara rağmen şair bir şey iletmeye çalışır. Fakat klişe unsur fazlalaşırsa, şairin özgürlüğü ve dolayısıyla başarı ihtimali azalır. Şair devr aldığı şiirde klişe unsurun ne kadar baskın olduğunu hissediyorsa, bu unsurun kendi özgürlüğünü tehlikeye koyduğundan ne kadar endişe ediyorsa, o kadar yeni bir dil aramaya, o kadar deformasyon yapmaya kayar. Fakat aşırı bir deformasyona kaymak da tehlikelidir. Çünkü bu onu bir kaosa götürebilir. Deformasyon yapmadan da yeni bir şiirsel şive (poetical idiom) getirmek mümkün ise de ölçülü ve bilinçli bir deformasyonun şairin imkânlarını çok daha genişletebileceği bundan önceki kuşakların verdikleri ürünlerden anlaşılmaktadır.



Cemal Süreya 1956’da yazdığı Türkü şiirinde kullandığı “... Kahin-klin kahin-klin, ... Gülüm-mera gülüm-mera, ... Çal-para çal-para”  ifadeleriyle kadınlara duyduğu aşkı tanımlar. Üvercinka  şiiri ile Güvercin Kanadı’nı deforme etmekle kalmamış kendine özgü söyleyiş biçimi, şaşırtıcı buluşları ile geleneğin karşısında gözüken ama aslında gelenekten beslenen yenilikler açığa çıkarmıştır. Anlatılamaz olanı aktarılamaz olmaktan çıkarmak şairin işlevi olabilir. Ve yine Cöntürk’ün ifadesiyle de tekrar edilmeyen ileti, muhatabına tam olarak iletilemez.



Cahit Zarifoğlu’nun Akşam Sofrasında Yedi Kişilik Bir Aile Oyunu şiirinde
...............

Anaya onların gönül kıran sesleri ağabeylerimin
İ'yle başlayan ve birbirinin aynı isimleri
Yani i ile i ve i'yle i
              i olur mu i "diyor"

İsim ve insan yerine geçen “i” harfi çağrışımla kullanılırken zihnimizde bir karşılık bulmak üzere serbest bırakılmıştır. Şairin hiçbir zorlayıcılığa başvurmadan yaptığı bu kısaltmalar bize özgür irademizi hatırlatır.


 İ                    E

BR                 ŞY    

Gösteren gösterilenden bağımsızdır. Alt satırda anlama işaret eden ve anlamdan yalıtılmamış sessiz harfler bulunurken üst satırda anlama sonsuz çağrışımlarla beraber sadece kendini ekleyen sesli harfler görüyoruz. Bir bütün olarak baktığımızda bu harflerde “BİR ŞEY” görürüz. Birbiriyle rekabete girmelerini sağlasak bile kusursuz bir iletişim sağlanmayacağı için bu harfler bize her seferinde yeni bir imkân sunacaktır.
Bu durumda "bir şey" ne kadar klişe ise, "i,e, br, şy" içinde "bir şey"i görebildiğimiz, görmeye devam ettiğimiz sürece deformasyon, bir kaos açığa çıkarmadan işlevini yerine getirmektedir
Yani bize göre mesele şiirde yeni bir şey ararken eldeki malzemeyle "bir şey" i görmeyi önemsemekte saklıdır.
Gerisi kaosa giden yolda oyalanmaktır denebilir.

* Hece Dergisi 131.

Ben Ölmeden Önce Bi Zahmet / Ben


“Günlerdir günlüğüme (Ben Ölmeden Önce Okumanız Gereken 10000 Cümle kısmına) eklediğim notlarda sadece mektuplar var. Aziz dostlarıma ve hepsi  -mutlaka- Biricik düşmanlarıma yazılmış mektuplar...

Mektup yazmak işin kolay tarafı. Posta masrafı işin içine girseydi siz o zaman görürdünüz zor kelimesinin cüzdanımdaki anlamını. (Çevrem çok geniştir) Neyse ki mektupları hiç kimseye göndermeyeceğim. Posta parası cebimde. Bunca senedir cebimde asla akrep beslemedim ama evde beslediğim fil yavrusunu

–aranızdan en çok hak edenin üzerine- pencereden  atacağım güne kadar onu beslemem gerektiğini biliyorum. Umarım filler de dört ayak üstüne düşüyordur. (Küçük hortumuyla şalgam suyu içerken görmelisiniz onu. Şirin şeyy!)



Dört ayak üstüne düşmüyormuş bu. Tüh ya!!!  Neyse...

Evet, mektuplara dönelim. Her biri özenle seçilmiş kelimeler ve kinayeler ve tunç kafiyeler ve betimlemeler ve ironiye yaslanmış esprilerle süslü ve bence muhteşem mektuplar…

Yazdıktan sonra hiçbirini okumadım ama yazarken çok iyi olduklarını hissediyordum. Yani çok samimiydim, çok hisliydim. Kâh gülerek yazdım, kâh ağlayarak. Çok acılı ve ümitsiz veya çok aşık olduğum zamanlar da oldu fakat en güzellerini laf sokmak istediğimde yazdım. Eğer birine laf sokmak istiyorsanız kafanız daha bir kıyak çalışır. Çağrışımlar, metaforlar adeta size hücum eder, beyindeki ampullerin biri yanar biri söner. (Hepsi aynı anda yanıyorsa Greenpeace belgeselleri izlememişsiniz demektir. Tavsiye ederim. Ben fırsat buldukça izlerim ve televizyonu asla “stand by”  konumunda bırakmam. Anneme söyledim, o da bırakmaz. Son günlerini yaşayan Dünya’ya en azından nefes alarak ölmesi için vahşi yüreğimizden küçük bir armağandır bu. Mesaj kaygısı olmadan da kimseye bir hediye veremeyiz nedense.)

 Ne diyordum? Ha evet, polemik zihnin tek amacı ise, falso vermek olasıdır. Elinizde esaslı malzemeler yoksa polemik yapmayınız, yaptırmayınız.  Kaynak olarak kıçınızı kullanmayınız. Ayrıca elinizdeki 1 (bir) malzemeyi 1’den (birden) fazla kullanmayınız. Yalnızca hakikatli aptallar bir malzemeyi birden fazla kullanır.  Herkesin hakikati kendinedir oysa. Bu yüzden sadece düşmanlarımız değil, dostlarımızın da akıllı olmasını isteriz. Yani herkes “Akıllı Ol!”sun demiş veciz bir atasözümüz. Peki kimdir Akıllı İnsan? Akıllı insan durmasını bilendir sevgili dostlarım. “Durma Üstüne” düşüncelerimi 1 (bir) mektubumda anlatmıştım. Hatta yetmedi 2. mektubu da yazdım. Bu konudaki birinci mektup için:

Bkz.: Statik Üzerine Mektuplar, F. Schiller ve Ben, s. 267.

İkinci Bkz.: Durmasını Bilene Mektuplar, Ö. Uçuran Çiller ve Ben, s. 297


Aşağıdaki resimde Sevgili Schiller ile ne kadar samimi olduğumuzu görüyorsunuz. Beni sıkça ziyaret eder sağolsun. (Sırtı dönük olan benim, çok ortada olmayı sevmiyorum, takdir edersiniz artık)


(Tamam, tamam... Goethe o. Ama çalışma odamız çok benziyor. Valla.)

Fakat televizyon çok tuhaf bir şey. Evet nasıl çalıştığından bahsetmiyorum, bizzat kendisinden bahsediyorum.  Yaşıtlarımın veya belki de bazı yazar arkadaşlarımın “aslına rücu” etmesinin vesilesi olmuş kutlu bir kutu. Sanki öyle. Aslında saldırı vaktini bekleyen bir katil jaguar gibi. Ciddiyim. Daha önce bolca televizyon izleme sabıkası olsa dahi, İş hayatına atılan veya evlenen yazar-çizerin bir müddet sonra  bahane bulmadan kendini kaptırdığı bir merak, bir uğraş. “Dizi Takipçiliği” diye bir meslek var, duydunuz mu?  (İnternete daha sonra geleceğim ey Kari! Ama ondan burada bahsederken “Sözüm Meclisten Dışarı” demek çok zor.)

Okumaya vakit bulamamanın, yazmanın “bu şartlarda” imkânsızlığının, şikayet etmeden yeni bir iş çıkaramamanın yüzlerce bahanesi varken dizi izlemenin asla bahanesi yoktur. Yani “aslına rücu etmek” kapsamına giren her şey gibi. “Kendimi buldum, kendimi!” çığlıklarının yükseldiği evleri mutlaka duymuşsunuzdur. Multiorgazmik bir ayindir bu. Bir düşünün bakalım. Evet, mutlaka buldunuz. Hadi canım, hala mı bulamadınız?  O seslerin üst katınızdan bile geldiğine iddiaya girerim.



Bu durumu bir mektubumda (Aptal Kutusunu Açan Kadınlar Ve Erkekler, s. 879) son derece fasih biçimde dile getirmiştim. Bilvesile söylemek isterim, fakat alıntı yapmak mümkün müdür, net bir şeyler söylemem zor. Ama hatırladığım kadarıyla tüm uğraşlarına rağmen ele avuca gelen şeyler yazamayan her kadının veya erkeğin de olur, kendini mutfağa (evet, mutfak) atmasından bahsediyordum ki karnım acıkmıştı. Evet, insan kitapla beslenemiyordu. Belki de haklıydılar. Kitap kemirerek hayatını devam ettiren tek canlı sadece “kurt” idi.



(Bu kurdun şiir sevmesi sizce de çok manidar değil mi? Şiirle karnı doyan bir canlı görmek tersini iddia edenler için ibretlik bir vak’a!...)

Bunlar ne kadar acı bir gerçektir, insanlar sadece yiyerek, içerek ve televizyon izleyerek insan kalabiliyor gibidir. Kurtlar şiirden ne bulursa alıp gidiyordur... Ayrıca insan olanları ise kendinden ve yine egosantrik göbeğinden memnun olabiliyordur.

Ben bunu da bir mektubumda yazmıştım, burada yine kaynak vermekte bir beis görmüyorum. (Bkz: Bir Göbeğin Kendilik Bilinci Üzerine Mektuplar, Sen Onu Benim Göbeğime Anlat (Yazar burada kendine sesleniyor), s.399)

 Sevmiyorum. Yukarıda yapmış gibi olduğum şeyi: Herkesin sürekli “kendini refere etme” durumunu sevmiyorum. (Office 2003 “refere”yi  “kefere” şeklinde değiştirmek istedi ama müsaade etmedim. Bak hâlâ “kefereyi” diyor…)

 Sevmiyoruz. Hem de hepimiz. Kendimiz dışındaki her şeyi. Kendimizi gösterme biçimlerimizi birileri beğenirse sevmiş gibi yapıyor, o kadar. İnsanlığın ortak kaderi birbirine düşene kadar sevgisiz kalmak sanki. Bizler kendimizi gösterme biçimimize direniş gösterenleri düşman ilan ediyoruz. Oysa Düşmanlık çok ciddi bir meseledir. Bugünlerde Düşmanlığın Esasları mektubuma çalışıyorum da ondan biliyorum. Üstünde iyice düşündükten sonra mektubun başlığını Hiç Düşmanıma Mektuplar şeklinde değiştirdim. Çünkü kendime düşman yapacak kadar nüfuzunu, ahlaki gücünü kabul ettiğim, zekasına hayran olduğum, kişiliği karşısında dizlerimin titrediği, insanlığı karşısında utandığım, vaktimin ve uykumun önemli bir bölümünü kendisi uğrunda harcayabileceğim bir “insan”la henüz karşılaşmadım. Bu da Hiç Düşmanıma Mektuplar ’ın ilk cümlesi, bugünkü alıntılarımın son cümlesi olsun Sevgili Sudoku’cu.  “



                                                           Arthur Şofben Auer

                                                      Ne Marakeş Ne Bangladeş, 2008

                                ( Ben Ölmeden Önce Okumanız Gereken 10000 Cümle)   

Pozitif Bir Evet


Jakarlı beyaz zemin üstüne kırmızı çiçekli başörtüsü ve sürmeli kara gözleriyle, etrafa merakla bakan genç kız tam karşımdaki bankta oturduğu için sıkça göz göze geldik. Yarı gülümser halde bakışlarını kaçırıyor, koridorda koşuşan çocuklara dönerek gülümsemeye devam ediyordu.

Siyah süet mantosunun üstünde nakışla gri papatyalar işlenmişti. Rugan çantasında sarı, kırmızı, beyaz deri ipliklerin arasından metaller diziliydi. Her halinden yeni gelin olduğu belli olan genç kız, sağlık ocağının laboratuarının önünde kayınvalidesi ile birlikte bekliyordu.

Sağımda oturan kadının sağ ayağı aksak ve 7-8 yaşlarında gösteren esmer, cılız kızı birkaç dakikada bir gelip “Anneee! İzin ver de gideyim yaa” diyordu. “Sıkıldım iyice…” annesi susarak cevaplıyordu kızı. Aynı sahne 3-4 kez tekrarlanınca “Eve gitmeyi neden bu kadar çok istiyorsun bakalım?” diye sordum. “ Hiççç” dedi sadece. Yeniden yeni geline bakmaya başladım. Mutlu mu mutsuz mu olduğu, hasta veya sağlıklı olup olmadığı tam olarak anlaşılmıyordu. Mimikleri belirsiz, gülüşü bile yarım yamalaktı. Yanımdaki kadın birden kıza dönerek “Sen yabancısın galiba, çok garip duruyorsun…” deyiverdi. O da ilgilenilmekten duyduğu memnuniyetle utanmış gibi yaparak “ Yabancıyım he…” dedi.
-         Nerdensin? diye sordu yanımdaki kadın.
-         Sandallı köyünden…
-         Nerenin Sandallı?
-         Sivas…
-         Yeni mi geldin? Buraya mı evlendin?
-         Yeni… İki ay oldu düğünden beri. Demek belli oluyor yabancılığım?

Böyle söyledikten sonra önüne bakarak, biraz mahcup biraz da çocukça gülüverdi. Yeniden sustu herkes.

Ayağı aksak kız çocuğu ve hırıltılı nefes alıp verirken kötü öksüren üç yaşlarındaki erkek çocuğunun patırtılarının sesi vardı sadece koridorda. Bu süre içinde kucağında bir bebekle orta yaşlı bir kadın geldi ve bebeği eline almak isteyen ayağı aksak yedi yaşındaki kıza çocuğunu verdi. Kız çocuğu son derece iğreti biçimde bebeği tutunca kahkahalar atmaya başladı. “Pırtladı!” diyerek annesine baktı ve onlar yüksek sesle kahkaha atarlarken dayanamayıp :
-         Çocuğu elinize alsanıza şimdi düşürecek! dedi diğer kadın.
Gereksiz müdahale ettiğini düşünecektim ama bebeğin annesi zaten hiç oralı olmadı ve “O alışkın, bizim komşunun kızı o… “ deyiverdi. Sonra çocuğunu da hemen kucağına aldı.

Laboratuarın kapısı açıldı ve :
-         Melike Bozca ! diye bağırdı biri.
Bizim yeni gelin irkildi ama kayınvalidesi “Sen dur!” manasında bir işaret yapıp kapıya doğru yürümeye başladı. O yürürken adımlarındaki abartılı kibri fark ettim. Türeyecek soyu için gururlanarak gelininin test sonuçlarını almak için kısa koridorun yolunu adeta kasıtla uzatıyor gibiydi.  Laborantın eline verdiği not kağıdını görünce hayal kırıklığına uğramış gibi gelinine kağıdı uzatırken :
-         Bu ne küçük kağıt yahu! diye çıkıştı. Niye döküm vermediler ki?
Her halinden keyiflenmemek için kendini sıktığı anlaşılan taze,  “Gerek yok ki anne” dedi. “Pozitif yazıyor burada. Pozitif “Evet” demek… Negatif de “hayır” …
-         Evet mi demek? Haa tamam.

Bir anda kara gözlerini bana çevirdi gelin ve tepki bekliyormuş gibi uzunca baktı. Kendimi mecbur hissederek:
-         Hadi hayırlı olsun…diyerek gülümsedim.
Cevap yerine başını salladı ve "pozitif bir evet"in verdiği sevinçle ondan daha gururlu kaynanasının peşinden gitti.  
                                                   

Şubat/ 2008

Elde Var Sigara Ama Serde Yok Samimiyet





Coffee And Cigarettes filmini izleyenlerin hemen hatırlayacağı, kısa sahnelerle çekilmiş birbirinden farklı hikâyelerin (mutlaka kahve ve sigaralı) bence en çarpıcı olanı Cate Blanchett’in oyunculuğunun en güzel örneklerinden olan “Kuzen” sahnesiydi. Diğeri de Alfred Molina ve Steve Coogan’ın rol aldığı “Kuzenler?” sahnesi. Bu iki sahnenin ortak noktası sadece isimleri değil, bence samimiyet-sizlik üstüne dikkate değer tiplemeler açığa çıkarmış olmasıydı.

Cate Blanchett iki kuzeni aynı anda oynarken harikaydı. Bir aktristi yani kendini oynadığını düşünebileceğimiz Catie ve onun beş parasız, kaba saba yani doğal, ünsüz hatta “loser” kuzini Shell.


Sarı saçları, parlak makyajı ve imajıyla, çok istediği halde samimiyetsizlikten sıyrılamamış Catie, basına röportaj vermek için kaldığı otelde beklerken kuzini Shell’i görmek için kaldığı suitin alt katındaki kafeye iner. Bu Shell için yapılmış bir jesttir. Shell gelir ama görüşülmeden geçen iki yılın açtığı boşluk hemen açığa çıkar. Boşluk bir yana aradaki “klas” farkı ortadadır.


Zengin ve ünlü Catie tüm sahte samimiyetiyle her an açığa çıkmayı bekleyen kibrini bastırmaya çalışır. Onu her an  rezil etmesi, küçük düşürmesi, karşılıklı uyum yakalayamaması mümkün olan kuzen Shell için sık sık gülümsemenin yeteceğini düşünür belki. Bir de hediye her şeyi mükemmel kılacaktır. Fakat Shell, hediye edilen pahalı parfümün aslında bir eşantiyon olduğunu Catie’nin yüzüne vurur. Nazik ve aslında çok acizce, samimiyetsiz Catie hala gülümsemektedir.


Shell’in altın yaldızlı  “Bir şeye paran yetmeyince gerçekten pahalı oluyor. Paran olunca da onu sana bedava veriyorlar”  cümlesine de “Dünya genel olarak böyle” diyerek ne de asil bir cevap vermiştir. Samimiyetsize de bu yakışır. Eğer dünya genel olarak böyleyse tek başına bir samimiyetsiz ne yapabilir?

  
Shell’in maruz kaldığı samimiyetsizliğe tepkisizliği bana garip göründü. Sonra da bu tavırda bir bilgelik buldum. Söylemesi gereken gerçeği söylemişti ve değiştirebileceği bir şey olmadığını kendisi de biliyordu. “Doğru olan” ı değil ama kendini “doğru” kılacak olanı yapmıştı.
   
Catie toplantısına gittikten sonra Shell’in yakmak istediği sigaraya garson müdahale etti ama o Catie varken sigara yaktığında hatta Catie’yi de ikna edip içtiklerinde kimse müdahale etmemişti. Shell sigarayı paketine koydu ve eşantiyon hediye paketine yeniden uzanırken sahne karardı. 

Bu kısa sahnenin ayrıntılarında fazlasıyla saklı olan samimiyetsizlik hangimizin hayatında saklanmaktan ar ediyor ki?



2008

TEN (10)




Abbas Kiorastami’nin 2002 yapımı filminde İranlı oyuncu ve yasaklı yönetmen Mania Akbari, son derece doğal bir akışın içinde (arabasında sürekli seyir halinde iken) kısaca İran’ın modernizmle imtihanına, uzunca ise boşanmaya, hem çocuk hem de kariyer yapmak isteyen özgür kadınlara, aşk acılarına, sokak fahişelerine, kocakarı imanıyla umut etmeye, çocuk eğitimine, yeniden evlenmenin getirisi ve götürüsüne genellikle kadınlar üzerinden  diyaloglar kurarak ışık tutuyor. Genellikle kadınlar diyorum çünkü arabasına oğlu dışında erkek binmiyor.

10 ayrı bölümden oluşan filmde arabadaki konuşmaların çoğunu oğlu Amin (Amin Maher) ile yapıyor Mania Akbari. Amin bir çocuk olmasına rağmen özelde babasının, genelde İranlı erkeklerin beklentilerinin farkında ve onları onaylayarak annesini sorguluyor. Anne ise kendi hayatının özerkliğinin peşinde, kazandığı bazı hak ve özgürlüklerden ödün vermemek için her eleştiriyi sineye çeker gibi. Güçlü, bilinçli, duyarlı, yardımsever aynı zamanda kariyerist bir anne olmanın bedelinin farkında. Kendisinden basitçe güzel yemek yapmasını, evinin kadını olmasını isteyen kocasını boşayıp daha özgür yaşayabileceği bir erkekle evleniyor. Amin yeni babasını sevmiyor ama öz babasının evleneceği hamarat cici anne adayını sevinçle karşılıyor. Diyaloglar da gittikçe döngüye dönüşerek sürüp gidiyor.

Diğer kadınlardan ilki ise tahminen Mania Akbari’nin ablası rolünde konuşuyor arabada. Kardeşinin yeni evliliği ve Amin’in kontrol edilemez hallerinden dem vuruyor. Diğerleri terk edilen bir kadın gözyaşlarıyla, bir sokak fahişesi yanlışlıkla, yaşlı bir nine türbeye gidip dua etmek için, otostop yapan bir kız belirsiz aşk oyununun acısıyla arabaya biniyorlar. Hepsi de ilginç diyaloglar. Doğallığından şüphe duyulmadan, asla sıkılmadan, İran’ı daha bir yakından görüp severek izleyebileceğiniz bir film Ten.

Karın tüm yolları kapattığı günler için ideal.

2008