“Bu evrende sözcüğün gerçek
anlamında kendi gölgesinden kurtulan (kendi kendini aşıp geçen) gerçek,
saydamlaşarak gözden kaybolmaktadır.”
Simülakrlar ve Simülasyon, Jean
Baudrillard, Doğubatı yay., s.155
“Kitleyi, kitle iletişim
araçlarının dışında bir yerde aramak boşunadır.”
Sessiz Yığınların Gölgesinde, J. B., Doğubatı,
S. 33
1974’te internet henüz icat edilmişken
Altman ve Taylor, öne sürdükleri Sosyal Penetrasyon Teorisi’(1)nde
insanları derinliği ve genişliği olan soğan katmanlarına benzetir. Buradaki derinlik, bireyin bir konudaki
bilgisinin çokluğu, genişlik ise bireyin hayatına dâhil edilen konuların
çeşitliliği anlamına gelir. Sosyal
penetrasyon teorisi kısaca der ki, başkalarıyla daha çok vakit geçirmek
istiyorsan onlara kendinle ilgili daha çok bilgi vermelisin. Fakat insanlar arasında bir filtre olmalıdır;
patronuna bir dostuna açıldığın gibi açılmamalısın. Mahrem alanına dâhil
ettiğin insan senin hakkında daha fazla bilgi sahibi olma hakkını da alır. Bu
bilimsel teori, maliyet-ödül bağlamı içerisinde ifşa düzeyinin, ilişkinin geleceğini
belirlediğini savunur. Süreklilik teminatı olmadan karşılıklılık esastır. Kazanımı
veya tahribatı üzerine gerçek deneyimler göz ardı edilmiş olacak ki, daha sonra
kendini ifşa (self-disclosure) faktörünü öne çıkarmamış ve kendini ifşayı daha
çok cinsiyet, ırk ve kökenin etkili bir biçimde engelleyebileceğini açıklamışlar.
Bu geri çekilme her önünüze gelene kendinizi açmayın anlamına da gelmekte. Bir
terapistiniz varsa ne âlâ.
Tam olarak kırk yıl sonra internet
sayesinde Kendini İfşa, insanın
kendini görünür kılmak adına sahip olduğu tüm yöntem ve imkânlar dâhilinde çok
farklı bir boyuta taşındı. Bireyin kendini açmak istediği kitleyi, kendini ifşa
biçimini, samimiyet derecesini, kimliğini, vereceği tüm görsel ipuçlarını
özgürce seçebildiği bir teknolojik gelişme açığa çıktı. İnternetsiz iletişimin,
mikrofonu kendi seçtiği insana uzatma lüksü sona erdi. Radyo ve televizyon
nesli edilgenliğin anahtar teslimini yeni nesillere aktaramadı. İnternetle birlikte iletişimi belirleyen alıcı
ve gönderici artık herkesti. “GÜNÜMÜZDE HERKES ÜRETMEKTEDİR.”
İnternet sayesinde mesaj
hızla alıcısına ulaşır, eşzamanlı bir karşılık açığa çıkar. İçerik tamamen
insanın kendisidir. Erişilebilir bir varlık olarak insan şimdi’den ve şimdi’ye
denk düşürülen geçmiş örneklerden ibarettir. Aynı zamanda sıkça kontrol edilemez,
akılcı olduğu şüphe götüren bir diyalog yönteminin içine dalıvermiştir.
Kısaca sosyal medya diyeceğimiz bu ortam,
kullanıcının tüm sermayesinin kendisi olduğu bir deneyim sağlar. Sosyal medya eşzamanlı,
sürekli ve etkileşimli iletişim demektir. Sosyal medya insanı, geleneksel medyanın tüm
kısıtlayıcılığından arınmış durumdadır. Herhangi bir marka veya şirket
geleneksel anlamda reklam veya haberler sayesinde var olma savaşı verirken
sosyal medyada herkes kendini temsil etme fırsatı bulur. İnsan veya marka,
artık reklamın kendisidir. Bu bir ilerleme değildir, bu bir gerileme de
değildir. Bu bir değişimdir.
Kendini açma, kendi üretimini
veya üretilmiş olanı paylaşma imkânı insanın kendini gösterme, var kılma
çabasına dönüştü. Görünür oldukça sosyal bilimcilerin deyimiyle “Çevresel
farkındalık” geliştiren insanoğlu sosyal medyayı çabucak sindirdi. Mesajlar,
ortam ve seyirciler tamamlandığında sosyal medya insanını kimse tutamaz oldu. Sosyal
fobilerle bezenmiş kullanıcılar bile kendine yer bulma, öznelliğini
ulaşılabilir kılma arzusuyla doldu. Çünkü her istek bir ihtiyaçtan doğuyordu.
Herkes sonunu hazırlayacak
olan arzuya şiddetle yaklaşma ihtiyacındadır. Gerçeğe ait sıradanlığımızı silmek
için ihtiyacımız olan ne varsa ona özgünlüğümüzü katmaya hazırız. Kendi
sahnemizde anlam üretme imkânı, bizi diğerinden ayrı kılacak o “anlam”ın
peşinde olmak; bize “YARATICILIĞINIZ VE ARZULARINIZ BİZİ İLGİLENDİRİYOR” diyen her
şeyi meşru kıldı.
Sosyal medya tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de öncelikle Facebook ve Twitter ile tanımlanıyor. Kişisel
blog kullanıcıları da azımsanacak bir düzeyde değil. Türkiye’de 30 milyon
Facebook, 7 milyon Twitter kullanıcısı olduğu açıklandı. Twitter kullanıcısının
daha az olmasının sebebi, Twitter’da kullanıcıdan beklenen üretimin çok
çeşitli, hızla yön değiştirmeye açık, daha özgün performanslar gerektirmesi
olabilir. (24 bin takipçili @TheMime gibi hesapları içine katarak söylüyorum.)
Kurumsallaşmış bir “stalking”
ortamı olarak tanımlayabileceğimiz Facebook, gösteri toplumunun temel
işaretlerini taşıyor. Türkiye’de ilk kullanıcıları ilgi duyduğu cinsle tanışmak
ve mezun olduğu okuldan arkadaşlarını bulmak şeklinde amaçları olan iki gruptan
oluşuyordu. Zamanla kullanıcı ağı genişleyen Facebook, ilkokul arkadaşlarımızı
bulup ilk nostaljik heyecanı atlattıktan sonra onlara ne “göstereceğimizi” bize
öğretti. Mutlaka “paylaşmak” zorunda
olduğumuz hayatımızda bize ait olduğunu düşünmek istediğimiz ne varsa
gösterdik. Yer yer parasosyal ilişkilere de dönüşen yapısıyla Twitter gibi Facebook
da hızlı değişimlere yol açtı.
“HAYALETİN YENİDEN
OLUŞTURULMASI GEREKMEKTEDİR.”
Facebook sayesinde en mutlu, sorunsuz
çiftler, en pürüzsüz anlar, en mükellef sofralar bizi bir oyuna davet ediyor.
Yaşadığımız hayatı temsilen seçilen o gösteri unsurları Guy Debord’un gösteri
mesajı hakkındaki yorumuna tıpatıp uyuyor: “Görünen şey iyidir; iyi olan
görünür.”
Oysa hiçbir şey göründüğü
kadar iyi değildir. Facebook, bizi görünür kılmak için bizi değiştiren ne varsa
onların sahibi olmaya kararlıdır.
Teknolojinin toplumun her
kesiminin kullanımına sunulması, artık o toplumu eski toplum olmaktan çıkarır. Kendini
istediği biçimde gösterme fırsatı bulmuş insanlara bu fırsat ne hissettirmiş
olabilir? Dünyanın büyüklüğüyle karşılaşıp kendi küçük dünyasına döndüğü anda
mesela? Yine de bir ilkokul öğrencisiyle bir profesörün Facebook’ta kendini
gösteri unsuruna dönüştürme çabası temelde aynıdır.
Facebook sayesinde çok hızlı giden bir trende
etrafı görmesi imkânsızlaşan yolcular gibi koltuklarımıza yapışıp kaldık. Ölüm
ilanlarını “Beğen” tuşuyla okunmuş kıldık mesela. Bize sıradanlığımızı
unutturacak tüm seçenekleri tüketmek üzere üretmeye devam ederek kurtuluşa
ereceğimiz ümidiyle yaşadık. Her ne kadar, Guy Debord "gösteri toplumunda,
kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür" demiş olsa da.
Twitter ise, Türkiye’de pek
de heyecanla karşılanmamıştı. “ Ne
yaptığımı neden yazayım ki” sorusuyla şüphe uyandırdı ve üye olan herkes ilk
anda “ben ne arıyorum burada” duygusunu mutlaka tattı. İlk kullanıcıları tarafından
geleceği olmayan bir yenilik olarak tanımlandı. Yıllar geçtikçe insanlar
şaşkınlıkla Twitter’ın gücünü izlediler. Kitleleri harekete geçirme etkisini
kabullendiler. Türkiye’de 7 milyon kişi Twitter’ı nasıl kullanacağına dair ikna
olmuş duruma geldi. Nasıl ki Facebook ilkokul arkadaşını bulmaktan ibaret
değilse, Twitter da ne yaptığını yazmaktan ibaret değildi. Geniş kitlelere
hızlı ve kolay ulaşmanın bir yolu oluverdi. İnsanlar arasındaki sosyal,
kültürel, ekonomik biçimde kurulan mesafeyi ortadan kaldırdığı için tatlı bir
heyecan yarattı.
İlk denemede kısıtlayıcıydı.
140 karakter sınırı çok tepki çekse de “ping –pong mesajlaşma” adı verilen
hızlı iletişim keyif vermeye başladı. İnsanlar kısa ve etkili cümleler
kurmanın, uzun uzadıya e-mail’ler yazmak yerine birkaç cümlelik mesajlarla
hızlı dönütler almanın hazzını sevdiler. Çünkü hepimizin çok acelesi vardı.
Twitter, ilk önce hayranı
olunan insana ulaşma, onun paylaştığı her şeye her an şahit olma gibi içinde
hayal kırıklığı da barındıran bir lükse kavuşturdu insanları. Daha sonra gazetecilere,
yazarlara, oyunculara, devlet başkanlarına, siyasetçilere, meslektaşlara, troll’lere…
İlgimizi çeken kim varsa kolayca ulaşabileceğimiz bir yerde bizi buluşturdu. Bu
kadar geniş, katmanlı, akışkan, hızlı, değişken bilgi doğal olarak
dezenformasyonu da yanında getirdi. Kurgu, montaj, yalan içerikli haberler, manipülasyon,
anonim hesaplarla girişilen hesaplaşmalar…
Mikrofon yerine hoparlör
kullanmak isteyenler gibi kriz anlarında kendini ifşa modunu arttıran
kullanıcılar sayesinde yer yer kaos ortamına da filiz vermeye başladı.
Şimdi ise televizyondaki bir
haber programının altyazıyla haber aktaran hızından daha yavaş olmayan bir
gündem tazeliğine sahip Twitter. Takip ettiğimiz kullanıcılar ne kadar objektifse
o kadar objektif olabilme seçeneği var. Bu yüzden fikirlerinden hoşlanmadığımız
insanları da takip etme, fikirlerine ulaşabilme kolaylığı sunarak bilgiye dört
koldan ulaştıran, insanın sinirlerini çelikleştiren, yer yer laçkalaştıran bir
yönü de mevcut.
Yayınevleri, yazarlar, editörler,
şairler de kendilerini temsil etme fırsatını sosyal medyada buldular. Okurla
karşılaşma, tanışma, kaynaşma, hesaplaşma, uzlaşma gibi ulaşılabilir olmanın
tüm yönlerini sosyal medya sayesinde deneyimlemiş oldular. Eski iletişim
biçimlerindeki haliyle okur ve yazar, yazar olmak isteyen okur ve yazar
arasındaki mesafe hızla kapatılmış oldu. Hiyerarşiyi yok eden bir hız ve
doğrudanlık sayesinde eser de bir tüketim nesnesine dönüştürüldü. Tüm sosyal
medya kullanıcısının temel ihtiyaçlarının başına Wi-Fi geldi oturdu.
Edebiyat dergileri
de hızlı ve etkili yayılımın gücünü keşfedip dergilerini satın alıp okuyan
insan sayısından daha fazla yani daha tembel bir kitleye Twitter sayesinde
hitap etmeye başladılar.
Twitter dönüştürülebilir
yapısıyla tam olarak yanlış denemese de amacından sapmış kullanımlara da yol
açtı. Edebiyat ve şiir heveslisi olan bazı insanlar şiirin yalnızca internette
üretilir, sosyal ilişkilerle geliştirilebilir bir şey olduğunu düşünmüş
olacaklar ki çok kolay görünür olmanın şiirle bağlantısını kurcaladılar. Bu
bakış açısıyla Dunbar sayısına riayet eden herkes şair olabilirdi. Bio yazmayı
bilmek ve matematik…
"ESKİDEN DELİLER DİLSİZDİ."
Şiir, Twitter’da gökten yere
indi. Burada bir sorun yoktu aslında. Sonrasında koca ciltli kitaplar, yüzlerce
mısraa sahip ölü veya diri şairler birkaç kelimelik mısralarla dolaşıma
sokuldu. Çoğunlukla da eksik veya yanlış biçimde yayıldılar. RT denen eylem ile
bir eseri okuma zahmetinde bulunmadan Googling veya yazılmış bir tweet
aracılığıyla görülen şiiri yayma girişimleri sıkıntı verici hale geldi. Roman,
hikâye ve şiiri öğrenmek için, bir şairi veya yazarı tanımak için Twitter doğru
bir yer sayılmaz. Twitter, birden çok amaca hizmet eden, bu sebeple neredeyse
amaçsız bir yerdir.
Her tweet, bir haber
düzeyinde kitlelere ulaşırken farklı bir tarz, bir imaj ve bakış açısı edinmiş
kullanıcılar, ünlüler ve troll’ler takipçi sayılarını hızla arttırdılar.
Troll’ler, anonim hesaplar ve olmak istediği kişi gibi görünen tiplemeler
gündeme hakim, paylaşımcı, sürekli online ve aktif kaldıkça Twitter kullanmanın
temel esaslarını yerine getirmiş oldular. Diğerlerine göre daha pasif olan
kullanıcılar ise çemberin bir tık ötesine çıktıkları anda gördükleri manzara
karşısında ne yapacaklarını düşünüyor halde olabilirler.
“BU MUAZZAM BİR İÇİNE GÖMÜLME
SÜRECİDİR.”
İnternette yayınlanan bir
araştırmaya göre narsistler ve düşük benlik saygısı olanlar sosyal medyada çok
daha fazla vakit geçiriyor. Aynı zamanda sosyal medyada fazla vakit geçirenler
diğerlerinin kendisinden daha iyi bir hayat yaşadığını düşünüyormuş. Gerçek bir
mutluluk veren hayatın sanal dünyaya sırtını dönmesi durumu.
Twitter’daki anonim hesaplara
değinmek gerekirse; çoğunlukla gizemli, eyvallahsız, sözünü sakınmayan, cesur ve
patavatsız bir imajı var anonimin. Çünkü bilinmeyen kimliği bizi ondan uzakta,
güvende tutuyor. Bazen nefret söyleminin yılmaz bir neferi haline gelebilecek
kadar gözü kara olabilen anonim bazen de doğruyu söyleyebilmenin ancak maskeyle
mümkün olabildiğinin ispatı. Sakin yaradılışlı, kendi halinde insanların da
tercihi olan anonimlik, muhalefette kararlı ve samimi olan bireyin kendini
içine attığı kaygan bir zemin de olabiliyor. Düşmanlık beslediği insanlara
karşı, itibarsızlaştırmak, karalamak için açılan hesaplar da mevcut. Anonim
hesaplarla meselesi olanlar için şunu söyleyebiliriz: yüz yüze iletişim
kurmanın imkânsızlaşması üzerine, yüz yüze iken söylenmesi mümkün olmayan
sözlerin sarf edilmesine sebebiyet verebilirler.
Sosyal medyanın gösteriye
dönüşen “duyarlılık” evrilmesi ile başı belaya girmiş durumdadır. Örneğin
Twitter, kan bağışı, ilik bağışı duyurularına en az ilgi gösterilen bir yere
dönüşmüştür. Bir kan bağışı duyurusu binlerce kez RT edilmesine rağmen, “hiç
kan bağışı yapılmadı” şeklinde açıklama yapılmıştı. Çünkü kitleler RT yaparak
kan bağışını duyurmanın gereğini yerine getirmiştir. Herkes gidip gerekli kanı
verecek olan o “son” insana ulaşana dek RT yapar gibidir. Kimse “o insan benim”
diye düşünecek durumda değildir.
“KİTLE BÜTÜN TOPLUMSAL
ENERJİYİ YUTTUĞU GİBİ, ONU YANSITMAMAKTADIR.”
Sosyal medyada açığa çıkan
çok yönlü enerji yıldırıcı ve pasifize edici yönüyle tehlike arz ediyor. Diğer
yandan linç kültürü gelişen insan kalabalıkları üretmeye de devam etmekte.
Karşıt görüşteki muhatabını alt etmek adına eline ne geçerse kullanan internet
kullanıcıları müthiş bir dezenformasyona ve bıktırıcı tekrarlara düşüyor. Bu
haliyle sosyal medyaya ara vermek, ara vermeyi düşünmek, hesapları bir
süreliğine dondurmak vb gibi davranışlar son derece normal insan tavırlarına
dönüşüyor.
“Normalleşme” kaygısı taşıyan
kullanıcılar bir yana, “İnternet” tıp dünyasına yeni yeni hastalıklar
kazandırmaya devam ediyor. Çoğu henüz bilimsel hastalık listesine girmemiş olan
bu hastalıklar bilhassa toplu taşıma araçlarındaki insanlarda bariz semptomlar
gösteriyor. Bu hastalıkların en yaygını telefonunu elinden bırakamama,
telefondan uzak kalamama durumu olan Crackberry.
Anlaşıldığı üzere Blackberry’den türeme olan bu bağımlılık, telefondan uzak
kalınca endişe, bunaltı ve aşırı depresif tavırlar sergileme şeklinde
özetlenebilir.
Photolurking,
bu kelime internette tanımadığı insanların fotoğraflarına saatlerce bakma
durumunu tanımlıyor. İnternette rastladığımız ve hiç tanımadığımız insanların
fotoğraflarına merak duyarak bakmışızdır. Fakat yabancıların fotoğraflarına
bakma işini abartıp saatlerce bakmadan duramıyorsanız siz bir Photolurking bağımlısısınız.
Cheesepodding,
müzik tutkusunu abartmış insanların dinleyemeyeceği kadar çok müziği sürekli
indirmesi ve dinlemese bile müzik indirmeden duramaması hali. Bu bağımlılık
belki de Youtube’dan sıkılma belirtisiyle başlamış ve önü alınamaz hale
gelmiştir.
Hikikomori,
Japonya kökenli bir bağımlılık olduğu için Japonca bir kelimeyle ifade edilen Hikikomori, birçok ailenin ocağını
neredeyse söndürmüş durumda. İnternet yüzünden odadan bile çıkamama halini
anlatan bu kelime ayrıca yemek yeme vb gibi temel ihtiyaçları erteleyecek
duruma gelmeyi de kapsıyor. Sosyal dışlanma, yaşanan başarısızlık veya ayrılık
gibi etkenler söz konusu olsa da bazen nedensiz biçimde ortaya çıkan sosyal
çekilme, internet dışında hiçbir şeyle ilgilenmeme durumu çok ciddi bir
bağımlılık olarak tıbbın ilgi alanına girmiş durumda.
Hikikomori’ye göre daha hafif
bir bağımlılık seviyesi Siberhondrik, hastalık
hastası kişilerin hastalığını doktora gitmek yerine Google’a sormasını
içeriyor. Google sayesinde Siberhondrik’ler
baş ağrısından yola çıkarak uzun bir araştırmadan sonra kendilerini kanser
olarak teşhis edebiliyorlar.
Bu bağımlılıkların yanına ekleyebileceğimiz
Ego Sörfü, yani arama motorlarına
kendi adını yazarak sürekli kendini internette arama hali; Youtube Narsisizmi, kendini videoya çekerek sürekli Youtube’da
paylaşma hali, Google Alerts’i sadece
kendi adını vererek kullanmak gibi şair ve yazarlara uzak olmayan egosantrik
bağımlılıklar da bulunmakta.
Son olarak “Sosyal medya
(Facebook, Twitter) yakınlarınızla ilişkilerinizde kötü, fakat uzaktan ilişki
kurduklarınız için iyi sonuçlar doğuracaktır” diyen New York Times ‘tan Clive Thompson’ın 5. Eylül.2008’te yayınlanan yazısını
ilgilisinin dikkatine sunmak istiyorum. (Yazıyı Google’da Brave New World of Digital Intimacy başlığıyla arayabilirsiniz.)
“Sosyal medyaya katılım büyük
bir öz-farkındalık yaratır” diyor Thompson. Şunu da ekleyelim:
“Duygu ya da düşünce konumunu gözden geçirmek
için sosyal medyaya birkaç gün mola vermek modern çağın felsefi hareketi haline
gelecektir.”
-
Metnin içindeki
büyük harfle alıntılanan her cümle Jean Baudrillard’a aittir.-
*Bu yazı Hacı Şair dergisinin 6. ve son sayısında yer almıştır. Derginin son sayısı internetten yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder