“ –Nihayet karanlık Bir kuytuda uyku tulumunun içine girmiş
sigara içiyorum. Kulağımın dibinden
enseme buz gibi soğuk bir hava dilimi vuruyor. Sigarayı hızlandırıyorum. Camı
kapayınca gelen, ve tulumun içine büsbütün girince gelen o ılıklık uykuyu
çabuklaştırıyor. O delice içine doğru çabaladığım Endülüsün, hemen bir zar
kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin,
kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya varıyorum.”
San
Sebastiyan 1972- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, s. 72, Beyan yay., 1990
Rüyasını anlatan kişi, rüyaya ihanet edermiş. Anlatıcı,
rüyanın dünyasından kopamadıysa rüyanın içindeyken ihaneti yaşar. Eğer rüyadan
koptuysa rüyaya gölge düşüren kelimelerin yetersizliğinde rüyayı hakkıyla
anlatamaz. Her rüyada karanlık bir yön kalır. Ben size Tuleytula rüyamı
anlatacağım. Karanlık yönlerinin “günün parlak ışığı altındaki” hallerine
öykünerek.
Tuleytula, Toledo’nun Arapça ve orada yaşayan Müslümanlarca
kullanılan adı. Bana göre de Bachmann’ın tinsel
başkent ifadesinin karşılığı, Tuleytula. Başkentliğini Madrid’e kaptırmış
olsa da görüp tanıdıktan sonra bizi hayata bambaşka biri olarak iade eden masalsı
şehirlerden biri. Dışarıdan bakınca bütünüyle
koruduğu yapısıyla bir tarih anlayışına sahip olmanızı sağlarken modern ve
ölümcül hiçbir tuzağa yem olmamış gibidir. Yalnızca kendisinin temsilini taşır
Tuleytula. Elimizden alınan demirden güllerdir. Bir uktedir.
Hakkında bu kadar güzel şeyler düşündüğüm bu şehirde en
fazla bir saat kalabildiğim için hâlâ böyle hissediyor olabilirim. Sıcak bir
bahar sabahında hızlı trenle (Renfe) Madrid’den Toledo’ya yola çıkmıştık. El
Greco, Goya, Caravaggio’nun yanı sıra içinden nehir geçen bir şehir daha
görecektim. Bu, bir şehrin ölümünü
geciktiren, değerini arttıran bir şey benim için. Mağaralardan çıkıveren insanlığın bereketli
hayat kaynağı; şehrin iç mekânlarından, gösterişli mimarisine kadar birçok
unsuru belirleyen hayati bütünlük. Şehrin yüzüne anbean su çarpar o güzelim
nehirler…
Biz de böylece nehirden, Tuleytula yani Toledo’ya girmenin
en iyi yolu olarak ifade edilen Tajo nehrinin üzerinden kuzeydoğudaki Alcantara
köprüsünden geçerek şehre girdik. Köprünün
girişinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hâkimiyetlerinin izlerini taşıyan
simgeler bulunuyordu. El değiştiren hafıza bize kendini her parçasıyla
sunuyordu. En ufak bir işareti
kaçırmadan gözlem yapmanın yolu fotoğraftan geçiyor. Bolca fotoğraf çektik. Bu
yüzden uzun bir köprü yürüyüşü yapmış olduk.
Alcantara Köprüsü Girişi
Köprü bitip şehir başlayınca Arnavut kaldırımıyla döşenmiş
merdivenli yokuş göründü. Yol kenarları ağaçlarla süslenmiş merdivenli yokuşta
çeşitli halklardan turistlerle karşılaştık. O hafta oynanacak futbol maçı için
gelmiş Rus gençleri bir köşede dinlenmek için oturmuş, takımlarının
tezahüratlarını yapıyorlardı. Arada da Putin hakkında ileri geri konuşmayı
ihmal etmediler. Bu gürültülü karşılama şehrin sakinliğine engel olamamıştı.
Yokuş bitince daracık kıvrımlı birkaç sokak sonrasında önümüze çıkıveren şehrin
büyük kapısında, eşikte bir heykel bekliyordu bizi: Miguel De Cervantes!
Sol eline bir kitap ( Don Quijote) sıkıştırılmış heykel,
Cervantes’e teşrifat görevi vermiş gibiydi. Şehrin henüz turist istilası
görmemiş saatinde, o tenhalığın ortasında Cervantes’e rastlamak dostane bir
tavır oldu bizim için. Etrafta kimseler olmayınca eski bir dost gibi
Cervantes’in koluna girerek fotoğraflar çektirdik. Bizi çok görgüsüz
bulmamıştır umarım.
Zocodover Meydanına çıkar çıkmaz önce yemek yiyip sonra
şehri gezmek ile tersini yapmak arasında bir karar vermemiz gerekti. Çoğunluk
yemek yemeyi tercih edince damak tadımıza uygun bir yer seçmemiz rehberimiz ve
arkadaşımız Laura’nın McDonald’s tavsiyesiyle başladı. Zaman makinesine binmiş
gibi binlerce yıllık tarihin göbeğinde McDonald’s görmek bizi hızla çağımıza
geri getirdi ve diğer yandan rahatlıkla et yemek isteyenler için tek alternatif
haline geldi. Rüya burada bitiyordu. Rüya her anlamda burada bitti. Çünkü siparişlerin
ücretini ödemek ve gönül rahatlığıyla gezimize devam etmek yol arkadaşlarımızdan
Feyza için imkânsız hale gelivermişti. Sipariş sırasında ne olduysa olmuş,
Feyza’nın pasaportu, cüzdanı, kimliği ve bir cüzdanda bulunabilecek diğer tüm
şeyler yok olmuştu!
Siparişler ödendi, Zocodover meydanındaki masalardan birine
oturuldu ve Feyza’nın gözyaşları Tuleytula’yı tamamen griye döndürmüştü.
Elimizden alınan demir güller yetmezmiş gibiydi. Kart iptalleri, Türkiye ile haberleşme,
şaşkınlık, planlar… Tabii ki buraya kadar gelmişken Tuleytula karakolunu
görmeden olmazdı. O güzelim Arnavut
kaldırımlı, kıvrımlı, daracık sokaklardan geçerek karakola vardık. Laura
derdimizi şakır şakır anlatmış olsa bile karakoldaki polisler için vaka-ı adiye
olduğunu anladığımız durum için şunu yapacaklarını anladık: hiçbir şey!
Apar topar Madrid’e geri dönmemiz gerekiyordu. Pasaportsuz
elimiz kolumuz bağlı olduğundan o muhteşem istasyona geri dönecektik. Cervantes’le
vedalaştık. Bu defa başı çok kalabalıktı. Bir turist kafilesiyle ilgileniyordu.
Biz yanlarında çok görgülü kalmıştık doğrusu. Dönüş yolunda eski rüyama dair
bir şey oldu. Merdivenli yokuştan biz inerken yukarı çıkan bir grupla
karşılaştık. Başörtülü, gencecik, güzeller güzeli bir kadın önümde durdu. Böyle
kardeşçe gülümseme görmemiştim. Nereden geldiğimizi sordu. O da Fas’tan gelmiş.
Elimi sıkıca tuttu, ben de onu. Çok kısa bir an sohbet ettik. Kendi gruplarımıza yetişmek için birbirimizden
ayrılmak zorunda kaldık. Yokuşun köşesini dönene kadar birbirimize el salladık.
Bu çok güzel geldi.
Umutsuzluk içindeyken Laura’nın telefonuna güzel bir haber
geldi. Pasaport bulunmuştu. Bir otobüs şoförü pek de rastlanmayan bir şekilde,
yol kenarında bulduğu pasaportu alıp karakola bırakmış. Yani kısaca Allah’ın
inayeti bize yetişmişti.
Toledo’ya bulunan pasaportu almak için tekrar dönen Laura,
dönüşte şehri gezemesek bile oradan bir hatırayı üzerimizde taşımamızı
istediğini söyleyip bizlere meşhur Toledo çeliğini simgeleyen minicik kılıçlar
hediye etti. Bu olaydan aylar sonra
Laura’nın diğer adının Malika olduğunu öğrenecektim. Müslümanlarla iç içe
yaşayan annesinin sevgisinin bir tezahürüymüş bu. Tuleytula ve Laura Malika
zihnimde çok kimlikli, çok kültürlü, çok renkli bir rüyaya aitler. Şehir olanda
kan ve gözyaşı saklı olan bir rüya. Kısa sürmüş bir rüya.
* Kuyudaki Koro, Temmuz/2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder