10 Ekim 2013 Perşembe

Kısa Bir Tuleytula Rüyası*



“ –Nihayet karanlık Bir kuytuda uyku tulumunun içine girmiş sigara içiyorum.  Kulağımın dibinden enseme buz gibi soğuk bir hava dilimi vuruyor. Sigarayı hızlandırıyorum. Camı kapayınca gelen, ve tulumun içine büsbütün girince gelen o ılıklık uykuyu çabuklaştırıyor. O delice içine doğru çabaladığım Endülüsün, hemen bir zar kalınlığı yakınında, arap atlarının, arap şairlerinin, Endülüs bilginlerinin, kandillerinin hemen yakınında emin bir uykuya varıyorum.”
                   San Sebastiyan 1972- Cahit Zarifoğlu, Yaşamak, s. 72, Beyan yay., 1990


Rüyasını anlatan kişi, rüyaya ihanet edermiş. Anlatıcı, rüyanın dünyasından kopamadıysa rüyanın içindeyken ihaneti yaşar. Eğer rüyadan koptuysa rüyaya gölge düşüren kelimelerin yetersizliğinde rüyayı hakkıyla anlatamaz. Her rüyada karanlık bir yön kalır. Ben size Tuleytula rüyamı anlatacağım. Karanlık yönlerinin “günün parlak ışığı altındaki” hallerine öykünerek.

Tuleytula, Toledo’nun Arapça ve orada yaşayan Müslümanlarca kullanılan adı. Bana göre de Bachmann’ın tinsel başkent ifadesinin karşılığı, Tuleytula. Başkentliğini Madrid’e kaptırmış olsa da görüp tanıdıktan sonra bizi hayata bambaşka biri olarak iade eden masalsı şehirlerden biri.  Dışarıdan bakınca bütünüyle koruduğu yapısıyla bir tarih anlayışına sahip olmanızı sağlarken modern ve ölümcül hiçbir tuzağa yem olmamış gibidir. Yalnızca kendisinin temsilini taşır Tuleytula. Elimizden alınan demirden güllerdir. Bir uktedir.
Hakkında bu kadar güzel şeyler düşündüğüm bu şehirde en fazla bir saat kalabildiğim için hâlâ böyle hissediyor olabilirim. Sıcak bir bahar sabahında hızlı trenle (Renfe) Madrid’den Toledo’ya yola çıkmıştık. El Greco, Goya, Caravaggio’nun yanı sıra içinden nehir geçen bir şehir daha görecektim.  Bu, bir şehrin ölümünü geciktiren, değerini arttıran bir şey benim için.  Mağaralardan çıkıveren insanlığın bereketli hayat kaynağı; şehrin iç mekânlarından, gösterişli mimarisine kadar birçok unsuru belirleyen hayati bütünlük. Şehrin yüzüne anbean su çarpar o güzelim nehirler…

Biz de böylece nehirden, Tuleytula yani Toledo’ya girmenin en iyi yolu olarak ifade edilen Tajo nehrinin üzerinden kuzeydoğudaki Alcantara köprüsünden geçerek şehre girdik.  Köprünün girişinde Müslüman, Hristiyan ve Yahudi hâkimiyetlerinin izlerini taşıyan simgeler bulunuyordu. El değiştiren hafıza bize kendini her parçasıyla sunuyordu.  En ufak bir işareti kaçırmadan gözlem yapmanın yolu fotoğraftan geçiyor. Bolca fotoğraf çektik. Bu yüzden uzun bir köprü yürüyüşü yapmış olduk.


                                                           Alcantara Köprüsü Girişi

Köprü bitip şehir başlayınca Arnavut kaldırımıyla döşenmiş merdivenli yokuş göründü. Yol kenarları ağaçlarla süslenmiş merdivenli yokuşta çeşitli halklardan turistlerle karşılaştık. O hafta oynanacak futbol maçı için gelmiş Rus gençleri bir köşede dinlenmek için oturmuş, takımlarının tezahüratlarını yapıyorlardı. Arada da Putin hakkında ileri geri konuşmayı ihmal etmediler. Bu gürültülü karşılama şehrin sakinliğine engel olamamıştı. Yokuş bitince daracık kıvrımlı birkaç sokak sonrasında önümüze çıkıveren şehrin büyük kapısında, eşikte bir heykel bekliyordu bizi: Miguel De Cervantes!




Sol eline bir kitap ( Don Quijote) sıkıştırılmış heykel, Cervantes’e teşrifat görevi vermiş gibiydi. Şehrin henüz turist istilası görmemiş saatinde, o tenhalığın ortasında Cervantes’e rastlamak dostane bir tavır oldu bizim için. Etrafta kimseler olmayınca eski bir dost gibi Cervantes’in koluna girerek fotoğraflar çektirdik. Bizi çok görgüsüz bulmamıştır umarım.
Zocodover Meydanına çıkar çıkmaz önce yemek yiyip sonra şehri gezmek ile tersini yapmak arasında bir karar vermemiz gerekti. Çoğunluk yemek yemeyi tercih edince damak tadımıza uygun bir yer seçmemiz rehberimiz ve arkadaşımız Laura’nın McDonald’s tavsiyesiyle başladı. Zaman makinesine binmiş gibi binlerce yıllık tarihin göbeğinde McDonald’s görmek bizi hızla çağımıza geri getirdi ve diğer yandan rahatlıkla et yemek isteyenler için tek alternatif haline geldi. Rüya burada bitiyordu. Rüya her anlamda burada bitti. Çünkü siparişlerin ücretini ödemek ve gönül rahatlığıyla gezimize devam etmek yol arkadaşlarımızdan Feyza için imkânsız hale gelivermişti. Sipariş sırasında ne olduysa olmuş, Feyza’nın pasaportu, cüzdanı, kimliği ve bir cüzdanda bulunabilecek diğer tüm şeyler yok olmuştu!
Siparişler ödendi, Zocodover meydanındaki masalardan birine oturuldu ve Feyza’nın gözyaşları Tuleytula’yı tamamen griye döndürmüştü. Elimizden alınan demir güller yetmezmiş gibiydi.  Kart iptalleri, Türkiye ile haberleşme, şaşkınlık, planlar… Tabii ki buraya kadar gelmişken Tuleytula karakolunu görmeden olmazdı.  O güzelim Arnavut kaldırımlı, kıvrımlı, daracık sokaklardan geçerek karakola vardık. Laura derdimizi şakır şakır anlatmış olsa bile karakoldaki polisler için vaka-ı adiye olduğunu anladığımız durum için şunu yapacaklarını anladık: hiçbir şey!
Apar topar Madrid’e geri dönmemiz gerekiyordu. Pasaportsuz elimiz kolumuz bağlı olduğundan o muhteşem istasyona geri dönecektik. Cervantes’le vedalaştık. Bu defa başı çok kalabalıktı. Bir turist kafilesiyle ilgileniyordu. Biz yanlarında çok görgülü kalmıştık doğrusu. Dönüş yolunda eski rüyama dair bir şey oldu. Merdivenli yokuştan biz inerken yukarı çıkan bir grupla karşılaştık. Başörtülü, gencecik, güzeller güzeli bir kadın önümde durdu. Böyle kardeşçe gülümseme görmemiştim. Nereden geldiğimizi sordu. O da Fas’tan gelmiş. Elimi sıkıca tuttu, ben de onu. Çok kısa bir an sohbet ettik.  Kendi gruplarımıza yetişmek için birbirimizden ayrılmak zorunda kaldık. Yokuşun köşesini dönene kadar birbirimize el salladık. Bu çok güzel geldi.


Umutsuzluk içindeyken Laura’nın telefonuna güzel bir haber geldi. Pasaport bulunmuştu. Bir otobüs şoförü pek de rastlanmayan bir şekilde, yol kenarında bulduğu pasaportu alıp karakola bırakmış. Yani kısaca Allah’ın inayeti bize yetişmişti.  
Toledo’ya bulunan pasaportu almak için tekrar dönen Laura, dönüşte şehri gezemesek bile oradan bir hatırayı üzerimizde taşımamızı istediğini söyleyip bizlere meşhur Toledo çeliğini simgeleyen minicik kılıçlar hediye etti.  Bu olaydan aylar sonra Laura’nın diğer adının Malika olduğunu öğrenecektim. Müslümanlarla iç içe yaşayan annesinin sevgisinin bir tezahürüymüş bu. Tuleytula ve Laura Malika zihnimde çok kimlikli, çok kültürlü, çok renkli bir rüyaya aitler. Şehir olanda kan ve gözyaşı saklı olan bir rüya. Kısa sürmüş bir rüya.

* Kuyudaki Koro, Temmuz/2013



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder